Bahailer Neye İnanır


Bu bölümde Bahailerin bireysel ve kolektif yaşamlarını şekillendiren inançlar kısaca incelenecektir.

Tanrı ve Yaratılış
Tüm kutsal dinler gibi Bahai Dini de kâinatta var olan her şeyi yaratan Allah’ın tek, eşsiz ve benzersiz olduğu temel öğretisini savunur. O her şeye kadirdir, her şeyi bilir, herkesi sever ve herkese karşı şefkatlidir. Örneğin bir Bahai duasında Allah şu sözlerle övülür:

"Sübhansın Sen ey İlahım Allah! Ben Senin kudretine, kuvvetine, saltanatına, inayetine, fazlına, iktidarına,  Zatının bir olduğuna, Varlığının tek olduğuna, varlık âleminden ve onda olan her şeyden mukaddes ve ulu olduğuna tanıklık ederim."

Fiziki güneşin dünyaya ışınlarını saçması gibi Allah’ın ışığı da  tüm yaratılışa saçılır. Hiçbir fâni aklın Allah’ın gerçekliğini tamamen anlaması mümkün değildir. Allah’a dair algımız ne kadar geniş ve yaratıcı olursa olsun, her zaman insan aklının sınırlarıyla kısıtlı kalacaktır.

Allah her ne kadar özünde bilinemez olsa da, insanların O’nu tanıyabilmesi ve O’na yaklaşabilmesi için çağlar boyunca Elçiler göndermiştir. Bu ilahi Elçilere Bahai yazılarında Tanrı Mazharları adı verilir. Tanrı Mazharları insanlığın ruhani, entelektüel ve  ahlaki   kapasitelerini  geliştirmek  amacıyla  gelmiştir  ve    Bahai Dini’ne göre Hz. İbrahim, Hz. Krişna, Hz. Zerdüşt, Hz. Musa, Hz. Buda, Hz. İsa, Hz. Muhammed ile daha yakın tarihlerde zuhur eden Hz. Bab ve Hz. Bahaullah haklarında bilgi sahibi olduğumuz en önemli Tanrı Mazharlarıdır. Bahailer insanlığı eğitmek ve uygarlığın gelişimine rehberlik etmek üzere Allah’ın gelecek asırlarda da yeni Mazharlar göndermeye devam  edeceğine inanırlar.

Yeni bir Tanrı Mazharı’nın gelişinin ardından dünyada olağandışı gelişmeler baş gösterir. Bu ilahi Elçilerin getirdiği öğretiler insanları harekete geçirerek medeniyetin ilerleyişine katkıda bulunma kapasitelerini daha önce görülmemiş derecede canlandırır.

Bugün insan ırkı olarak olgunluk çağının eşiğinde bulunmaktayız.
Çağlar boyunca çeşitli gelişim aşamalarından geçerek bebeklik ve çocukluk dönemlerimizi geride bıraktık. Dünyanın her yanında insanlık yeniden şekillenmekte olup bugün dünyada tanık olduğumuz olağanüstü durum, tüm insanlığın İlahi iradenin gücüyle yepyeni bir evrensel medeniyet kurma yolunda bir araya gelerek organize olması sürecidir. Hz. Bab’ın ve Hz. Bahaullah’ın gelişleriyle eş zamanlı bir şekilde, 19. yüzyılın ikinci yarısından itibaren hızlanan bu süreç hâlen devam etmektedir. Dünyada yaşanan ve kimi zaman çok acı verici olan sosyal çalkantılar, özü itibarıyla bu yeni medeniyetin doğum sancılarıdır.

Her Şeyin Yaratıcısı Allah’ın Bilinmezliği
Allah, evrenin Yaratıcısı, her şeyi bilen, herkesi seven ve herkese karşı merhametli olan tek ilahtır, tek Tanrı’dır. Giriş bölümünde belirtildiği gibi fiziki  güneş tüm dünya üzerine nasıl     parlıyorsa Allah’ın ışığı da tüm  varlık  âleminin  üzerine  saçılmaktadır.  Hz. Abdülbaha bu konuyu şöyle açıklamıştır: "Güneş meyveleri nasıl olgunlaştırıyor ve tüm canlılara hayat ve ısı veriyorsa, Gerçeklik Güneşi de tüm ruhların üzerine parlar ve onları İlahi sevgi ve anlayış ateşi ile doldurur."
 
Ölümlü herhangi bir akıl için Tanrı’nın gerçeğini tam manası ile anlamak imkânsızdır. Yaratılmış olan hiçbir şey yaratıcısını asla tam manasıyla anlayamaz ve tarif edemez. Örneğin bir masa kendisini yapan marangozun yetenek ve tercihlerini yansıtsa da marangozu anlama kapasitesine sahip değildir. Benzer şekilde bizlerin Allah hakkındaki anlayışımız da her zaman insan aklının sınırları ile kısıtlı kalacaktır. Hz. Abdülbaha’nın bu konuyla ilgili sözleri şu şekildedir: "O halde tasavvur ettiğimiz şey Allah’ın Gerçeği değildir. Bilinemez ve Kavranılamaz olan Allah, insanın en yüksek kavrayışının bile çok, çok ötesindedir."

Doğada var olan yaratıklar kendilerinden daha üstün olan yaratılış seviyelerini anlamakta yetersizdirler. Kaya, bitkilerin büyüme gücünü hayal edemez; ağaç, hayvanların görme, duyma, koklama veya hareket etme güçlerini anlayamaz ve hayvanların da insanoğlunun ayırt edici özelliği olan türde bir bilinci yoktur. Aynı şekilde insan aklı da ruhani âlemin işleyişini asla tam anlamıyla kavrama yetisine sahip olamayacaktır. Hz. Abdülbaha şöyle söyler: "Bütün üst âlemler daha alt seviyedekiler için  anlaşılmazdır; o halde yaratılmış olan insanın her şeyin yüceler yücesi Yaratıcısını anlaması nasıl mümkün olabilir?"

Allah’ın gerçek doğası her zaman bizim anlayışımızın ötesinde olacak olsa da yaşamlarımızın amacı O’nu tanımak, sevmek ve O’na yaklaşmaktır. Allah bu konuyu Hz. Bahaullah aracılığı ile şöyle açıklamıştır: “Bana dost olasın diye sana Kendimden bir  ruh emanet ettim...”

Özü itibarıyla idrak edilemez olan Allah hakkındaki bilgileri bizlere büyük dünya dinlerinin kurucuları olan İlahi Elçiler, yani Tanrı Mazharları öğretir. Bir başka deyişle Allah’a olan inancımız ve O’na doğru attığımız adımlar, çağlar boyunca bu Mazharların getirdikleri öğretiler ile şekillenmiştir.

Hz. Bahaullah, bizlere Allah’ın işaretlerinin her yerde olduğunu öğretir: "Bu evrendeki her yaratık ancak O’nun irfanına açılan bir kapı, saltanatının bir işareti, isimlerinin bir tecellisi, haşmetinin bir remzi, kudretinin bir nişanesi, doğru yoluna ileten bir kılavuzdur…"

Bu gerçekten hareketle örneğin doğa âleminin güzelliği, zenginliği ve çeşitliliği de hep Allah’ın özelliklerinin ifadeleridir. Hz. Abdülbaha’nın bu konuyla ilgili bir açıklaması şu şekildedir: "Tanrılığın gerçekliği ile temasta bulunmayı arzu ediyorsak, bunu O’nun evrenin her tarafına saçılmış olağanüstülüğünü, özelliklerini ve izlerini kabul ederek yapabiliriz."
Allah’ın belli özelliklerini yansıtma kapasitesi her şeye bahşedilmiştir. Fakat bu kapasite insanlarda diğer varlıkların tamamından daha fazladır. Hz. Bahaullah’a nazil olan bir yazıda Allah insanlara şöyle seslenir: “Mişkâtim sensin ve kandilim sende. Onunla aydınlan ve Benden başkasını araştırma...”
Mişkât: Duvarda içine ışık konulan yer.

İlahi Elçilerin öğretileri, Allah’ı tanımakta ve O’na tapmakta bize yardımcı olması için geliştirmemiz gereken hikmet ve adalet, doğruluk ve nezaket, iman ve şefkat gibi çeşitli ruhani  erdemlerin sayısız tanımını sağlamıştır. Böylesi özellikler ancak ilahi kılavuzluğun ışığında düşünerek ve hareket ederek gelişir. Hz. Abdülbaha bu bağlamda şöyle belirtmiştir: “İmandan kasıt, ilk olarak bilinçli bilgi ve ikinci olarak iyi amellerin işlenmesidir.”

Ebedi Ahit Kavramı
Hz. Bahaullah bize Allah’ın Kendi özünde bilinemez olduğunu öğretir. Bu, Allah’ı bir insan olarak düşünüp kafamızda Tanrı imajları yapmamızı da engeller. Daha önceki başlıkta da belirtildiği gibi yaratılmış olan, yaratıcısını anlayamaz.

Fakat Allah’ın varlığı bizim anlayışımızın ötesinde olsa da O’nun sevgisi varlığımıza ve yaşamlarımıza durmadan nüfuz eder. Bu sevginin bize akış yolu, O’nun Ebedi Ahdi vasıtasıyladır. Bahai öğretilerinden,    bizleri    sevgisinden    yaratmış    olan    Tanrı’nın bizimle  çağlar  boyu  sürecek  bir  Ahit  yaptığını  öğreniyoruz. Ebedi Ahde göre Allah hiçbir zaman bizi terk etmez, bizi  yalnız ve kılavuzsuz bırakmaz. İnsanlık ne zaman O’ndan uzaklaşsa ve öğretilerini unutsa, bir Tanrı Mazharı görünür ve O’nun istek ve amacını bize bildirir.

Bir ahit veya sözleşme iki bölümden oluşur; her biri belli bir şekilde davranmaya söz veren iki taraf arasında yapılır. Tanrı’nın Ebedi Ahdi’nde O’nun tarafı her zaman yerine getirilmiştir. Fakat bu Ahdin diğer yönü ise insanlık olarak bizlerin, Allah tarafından gönderilen Mazharları tanıyacağımıza ve Onların emirlerine itaat edeceğimize dair sözümüzdür.

Tanrı Mazharları
Çağlar boyunca insanlığın ruhani, entelektüel ve ahlaki kapasiteleri, ilahi öğretileri getiren Tanrı Elçileri tarafından beslenmiştir. Çeşitli dini kaynaklarda Resul veya Peygamber olarak adlandırılan bu kutsal Şahsiyetler Bahai literatüründe genellikle Tanrı Mazharları olarak isimlendirilir. Mazhar kavramını anlayabilmek için “izhar etmek” kelimesinin anlamına bakmak gerekir. “İzhar etmek” kelimesi, göstermek, daha önce bilinmeyen bir şeyi ortaya koymak anlamına gelir. Tanrı Mazharları, Allah’ın sözünü ve iradesini insanlara gösteren özel varlıklardır; böylece Onları dinlediğimizde, Allah’ın çağrısına cevap vermiş oluruz.

Hz. Bahaullah tarafından öğretildiği şekliyle “Mazhar” kavramını anlamamıza yardımcı olacak fiziksel dünyadan bir örnek vardır. Bu dünyada, güneş bütün sıcaklığın ve ışığın kaynağıdır; o olmasaydı gezegende hayat olmazdı. Ancak güneşin kendisi yeryüzüne inmez ve ona yaklaşmaya kalkışsak, tamamıyla yanardık. Fakat lekesiz bir ayna alıp onu güneşe tuttuğumuzu farz edelim. İçinde güneşin suretini göreceğiz ve ayna ne kadar çok temiz olursa, suret de o kadar mükemmel olacaktır. Tanrı Mazharları, Allah’ın ışığını tüm ihtişamıyla yansıtan mükemmel aynalara benzerler. Bütün bu aynalar, aynı ışığı yansıtırlar. Allah’a erişemesek de, bu mükemmel Varlıklar zaman zaman bizlere ulaşırlar, aramızda yaşarlar, bize kılavuz olurlar ve bizleri, fiziksel ve ruhani olarak gelişmemiz için ihtiyaç duyduğumuz enerji ile donatırlar.

Haklarında bilgi sahibi olduğumuz en önemli Tanrı Mazharları, Hz. İbrahim, Hz. Krişna, Hz. Zerdüşt, Hz. Musa, Hz. Buda,  Hz. İsa, Hz. Muhammed ve daha  yakın  tarihte  Hz.  Bab  ve Hz. Bahaullah’tır. Bu kutsal Şahsiyetler sadece başka insanlardan daha bilgili olan kişiler değillerdir. Onlar, insan toplumunun evriminde kıyaslanamaz etkiler yaratmış olan Tanrı Elçileridir. Her ne kadar her birinin Kendisine has bir kişiliği ve görevi olsa da tümü aynı ilahi kaynaktan çıkar ve esas itibarıyla tek bir amaca hizmet ederler ki bu da “ruhların terbiye edilmesi ve dünyadaki tüm insanların ahlakının düzeltilmesidir.”

Tanrı Elçileri dünyaya ışık saçar. Onların gelişi, aynen ilkbaharın gelişi gibi yaratılışa taze bir ruh üfler ve evrensel bir etkiye sahiptir. İnsanlık en karanlık kışına girdiğinde ve yeni bir “güneş” ufukta görününce önce “kalp ve fikir âlemine tecelli eder…” ve ardından da “ruhani bahar gelir, yeni bir canlılık görünür… hayret verici bir inayet havası eser.”

Tanrı Elçisi’nin gelişiyle tüm varlık âlemine yeni güçler salınır. Bu güçler zamanla insan ilişkilerine nüfuz eder ve hem bilincin hem de toplumun ilerlemesi için gerekli olan esas itici gücü temin  eder. İnsanlığın sosyal ve ruhani evrimi için gerekli olan ve  Tanrı Elçilerinin birbirlerini takiben sağladıkları kılavuzluğu içeren bu süreç “vahiy süreci” olarak bilinmektedir. Eğer Tanrı tüm ışık ve ısının kaynağı olan güneşe benzetilecek olursa Tanrı Elçileri de bu güneşin ışığını insanların algılayabilecekleri bir biçimde ve en mükemmel şekilde yansıtan, tertemiz aynalar gibidir. “Bu kutsal Aynalar… hep o Varlık Güneşinin ve evrenin özü ve en büyük gayesi olan o Zat’ın yeryüzündeki sembolleridir. Bilgileri O’nun bilgisinden, güçleri O’nun gücündendir; saltanatlarını O’nun saltanatından alırlar.”

Bahai İnancı’na göre bütün bu ilahi “aynaların” amacı aynı ve tek olduğuna göre, aralarında herhangi bir ayırım yapılmaması gerekir. Bu önemli gerçek Hz. Bahaullah’ın dilinden şu şekilde aktarılmıştır: “Tanrı’nın tüm Peygamberleri aynı çadırda oturur, aynı gökte uçar, aynı tahtta oturur, aynı sözü söyler ve aynı Dini yayarlar.”

Madem tüm büyük dinler ve Tanrı Elçileri özlerinde birdir ve  aynı gerçeğe dayanırlar, o zaman çeşitli dinlerin öğretileri arasındaki farklılıkları– özellikle toplumsal uygulamalar hakkındakileri– nasıl anlamalıyız?

Bu konuya dair Bahai öğretisine göre her bir Tanrı Elçisi uzman bir doktor olarak kabul edilebilir. Bu doktor dünyanın hastalıklarını iyileştirecek en etkili tedaviyi belirler ki bu da o Elçi’nin zuhur ettiği çağın ihtiyaçlarına en iyi şekilde cevap verecek olan tedavidir. Örneğin Hz. Bahaullah’ın Kendi zuhuruna dair sözleri şu şekildedir: “Her şeyi bilen Doktor’un parmakları hasta insanlığın nabzında. Hastalığı teşhis ediyor ve yanılmaz hikmeti ile ilaç yazıyor.”
 
Dinin Amacı
Hz. Bahaullah dinin “dünyanın düzeni ve varlık dünyasında olanların güvenliği için en büyük sebep” olduğunu bildirmektedir. Ayrıca şöyle belirtmiştir: “Her Zuhurun amacı insanlığın karakterinde, kendisini hem dışta hem de içsel olarak gösterecek, hem manevi yaşama hem de dış dünyaya tesir edecek topyekûn bir değişim yaratmak değil mi?” Ayrıca Hz. Şevki Efendi’nin sözleriyle dinin ana amacı, “ruhani erdemlerin ve güçlerin kazanılması vasıtasıyla bireyin ve toplumun gelişimidir.”

Bir Tanrı Mazharı’nın gelişini takiben dünyada olağanüstü değişim ve gelişimler baş gösterir. Bu Mazharın getirdiği ilahi öğretiler insan güdüsünün köklerine ulaşarak, bütün toplumlarda medeniyetin daha önce mümkün olmayan bir ölçüde gelişimine katkıda bulunacak kapasiteleri uyanışa geçirir. Bu ilahi güç aynı zamanda insani uğraşıların her alanında nefes kesici başarılara ilham verir, yeni Elçinin takipçileri bu gücün etkisiyle olağandışı kahramanlık, özveri ve öz disiplin vasıfları sergiler ve yine bu gücün sonucu olarak daha büyük ve daha karmaşık toplumları  bir arada tutan evrensel kanunlar ve kurumsal sistemler kurulur.

Uygarlaşma olarak da adlandırılabilecek bu sürecin itici gücü ve insan gelişiminin birincil etkeni olan dinin hem ahlaki karakteri besleme hem de toplumsal ilişkileri derinden etkileme gücü, kendisini böyle gösterir.

Tanrı  Mazharlarının  insanlığa bildirdiği öğretilerde “her  insan vücuduna yeni bir ruh üfleyecek gizli bir kudret var.” Bu öğretiler insanlar tarafından kabul edildikten sonra eski fikir kalıplarını altüst eder ve inancın en derin seviyelerinde yeni anlayışlara katkıda bulunur. Ancak “bu yazılan şeylerin olabilmesi” için inanca samimi çabanın eşlik etmesi şarttır.

İlahi öğretileri tam olarak benimseyen ve harekete döken gerçek inananlar “arı niyete, yüksek amaçlara, saflığa ve lekesiz onura, üstün bir nezaket ve şefkate, söz verdikleri zaman sözlerini tutmaya, diğerlerinin haklarına saygı göstermeye, cömertliğe, hayatın her alanında adalete, yardımseverliğe ve insancıllığa, korkusuzluğa ve insanlığın hizmetinde yorulmak bilmez çabaya” kılavuzlanırlar.

Bireyin ruhani niteliklerini ve anlayışını geliştiren din aynı zamanda tüm toplumların düzen ve istikrara ulaşabileceği öğretileri ve birleştirici gücü de sağlar ki “bu derece büyük ve derin bir değişikliği vücuda getirebilecek” olan tek şey, ancak ve ancak Tanrı Sözü’dür.

Din kurumunun varlık gayesi olan böylesi kökten değişimlerin kalıcılığı, bireyler, toplumlar ve kurumlar arasında birlik ve anlaşma olmaksızın sağlanamaz. Nitekim Bahai Dini’ne göre “…dostluğu ve birliği yaratmanın en mükemmel aracı da gerçek dindir.” Din “tüm kalpleri birleştirmeli, savaşların ve anlaşmazlıkların yeryüzünden silinmesine sebep olmalı,  ruhaniyet doğurmalı ve her yüreğe yaşam ve ışık vermelidir.”

Dinin toplumsal düzen için vazgeçilmezliği, kanunlar ve ahlaka doğrudan etkisi yoluyla, tarih boyunca tekrar tekrar ispatlanmıştır. Hz. Bahaullah’ın ifadesiyle “din lambası karartılacak olursa, kaos ve kargaşa başlayacak ve adalet ve insaf, sükunet ve barış ışığı artık parlamayacak.”
 
Din adına insanlar arasında yaşanan tüm ayrılıklar, çatışmalar ve savaşlar, dinin gerçek doğası ve amacına aykırıdır. Hz. Abdülbaha dinden, “dünyanın ışığı” ve “dostluğu ve birliği yaratmanın en mükemmel aracı” olarak bahseder. İlahi  öğretilerin  insan ırkının huzur ve güvenliğinin sebebi olduğunu açıklayarak, dini, “dünyayı gözeten, insanlığın ruhani ve maddi mükemmelliklerini güvence altına alan ve toplumun mutluluğunu ve uygarlığını koruyan” kudretli ve dayanıklı bir yapı olarak adlandırır. Üzerinde durarak der ki, “Din eğer kin, düşmanlık ve çekişme kaynağı olur, mücadele ve çatışma sebebi haline gelerek insanları birbirlerini öldürmeye sevk ediyorsa, yokluğu tercih edilir.” Ve O, “Din ve ilahi öğretiler bir ilaç gibidir. Bir ilaç sağlık durumu meydana getirmelidir. Eğer hastalığa neden olursa, ilacı hiç almamak daha hikmetli ve daha iyidir” diye açıklar.

İnsanlığın Olgunluk Çağı
Bahai Dini’ne göre “İnsanlar durmadan ilerleyen bir medeniyeti ileri götürmek için yaratılmışlardır.”37 Allah’ın Mazharlarının öğretileri toplum düzenini tarih boyunca hep daha ileri derecede bir birliğe doğru kılavuzlamış, bunun sonucu olarak insanlık aileden kabileye, şehir devletlerden ulus devletlere doğru gelişim göstermiştir. Bu uzun yolculuk bugün bizleri tüm insan ırkının birliğinin eşiğine getirmiştir. Bugün tüm dünyada toplumlar yeniden şekillenmekte, yeni bir dünya medeniyeti kurulmaktadır. Bu yeni medeniyet insanlığın bu gezegendeki kolektif yaşamının en yüce mertebesi olacaktır.

Bahai yazılarında “insan âleminin birliği” olarak da adlandırılan bu medeniyet, çeşitli dini metinlerde de asırlar öncesinden müjdelenmiştir. Nitekim insanlık binlerce yıl boyunca, dünya üzerinde gerçek kardeşliğin olacağı, insanların “Kılıçlarını çekiçle dövüp saban demiri yapacakları”38 ve dünyanın “Rabbin bilgisi  ile  dolacağı” muhteşem bir Günün hayalini kurmuştur.  Hz. Abdülbaha ise o Günü “İnsanlığın birliği sancağının yükseleceği ve uluslararası barışın, gerçek sabah misali tüm dünyayı ışık seli gibi aydınlatacağı gün” olarak tanımlamıştır.

İnsanlığın rotasını tek gerçek ve yanılmaz kılavuz olan Tanrı belirler. Çağlar boyunca devam eden ve nihai hedefi bu birlik ve barış gününe kavuşmak olan uzun yolculukta insanlığın ihtiyacı olan ilahi bilginin kaynağı da O’dur. Bu bilginin ise binlerce yıl önceki insanlığın ihtiyaçlarına cevap vermek üzere o devirlerde gönderilenden daha kapsamlı olması şarttır. Bahailerin inancına göre çeşitli dini kaynaklarda vaat edilen bu birlik, barış ve adalet gününe ulaşabilmek için insanlığın ihtiyaç duyduğu ilahi kılavuzluk, bu çağda Hz. Bahaullah kanalıyla gönderilmiştir. Nitekim geçmişteki Tanrı Elçileri, Kendilerine nazil olan ilahi bilginin sadece kısmî açıklamalar olduğunu bizzat açıklamışlardır. Çünkü ilahi bilgi, gönderildiği dönemdeki insanların kapasitesiyle sınırlı tutulmuştur. Bu gerçek, kutsal metinlerde de teyit edilir. Örneğin Hz. İsa’nın “Size daha söyleyeceklerim var ama şimdi bunlara dayanamazsınız”41 sözlerinin yansımasını, Kur’an-ı Kerim’in Allah’ın katındaki hazinelerin “belli bir ölçüyle indirildiği”42 beyanında bulmak mümkündür.

İçinde bulunduğumuz dönemin tarihteki önemini Hz. Bahaullah şöyle aktarır: "Bu Gün, Tanrı’nın en güzel lütuflarının insanlar üzerine saçıldığı gündür. Bu Gün, Allah’ın en büyük inayetinin bütün yaratıklara zerk olunduğu gündür." İnsanlığın ulaştığı olgunluk çağının nihai hedefi olan, adaletin, barışın ve birliğin hâkim olduğu böyle bir dünya için atılması gereken ilk adım, tüm insanlığın birleşmesidir: İnsanlık âleminin birliği sağlam bir biçimde tesis edilmedikçe ve edilinceye kadar, refah, barış ve güvenliğine ulaşılamaz.

Sosyal düzenlere hâkim olan çatışma modelinden kopmayı ve barışın, adaletin ve refahın hâkim olacağı bir yaşam  kurmak üzere işbirliği yapmayı öğrenebilmemizin tek yolu, yalnız ve sadece, tüm insanlığın bir olduğuna dair bilinçli bir aydınlanmadır. Yaşanan toplumsal çatışmaları azaltmak ve yok etmek için yeni sosyal yapılar geliştirilmelidir. Küresel kurumlar, müşterek güvenlik prensibine bağlı kalarak tüm insanlığın ortak malı olan kaynakların adil bir şekilde dağıtıldığından emin olmak için birlikte çalışmalıdırlar. Böyle bir medeniyette dinden ve bilimden elde edilen içgörüler insanlığın refahını ilerletmeye hizmet edecektir. Din ve bilim insan zekâsını yükseltebilecek ve insan ruhunu geliştirebilecek iki kanattır.

Bahailer dünya düzeninde öngörülen bu değişimin kolay olmayacağının farkındadırlar. İnsanlığın olgunluk  çağının meyvesi olması gereken böyle bir düzenin kurulma mücadelesi nesiller boyunca sürecek ve hiç şüphe yok ki bu süreçte birçok kriz ve engel ile karşılaşılacaktır. Öte yandan bugün yaşanan ve gelecekte de yaşanacak olan zorluklar  ve  kargaşalar  ne  kadar  büyük  olursa  olsun,  bu özel dönem aynı zamanda her bireye, her kuruma ve her topluma, becerilerini ve kapasitelerini insanlığın bu dünyadaki gelişiminin doruk noktası olan bir dünya medeniyeti kurmak için kullanabilecekleri benzersiz fırsatlar sunacaktır.

İlahi Yasa
Bahai yazıları İlahi Yasa’nın birbirini tamamlayan iki yönü olduğunu vurgular. Bunlardan ilki Allah’ın tüm dinlerinde hayat bulan, evrensel ve değişmez ruhani yasalardır. Diğerleri ise insanlığın toplumsal ve ruhani yaşamını düzenlemeye hizmet ederken, çağın özel ihtiyaç ve koşullarına göre değişir.

Hz. Abdülbaha bu konuyla ilgili olarak şöyle ifade etmiştir: “İnsan âleminde meydana gelen en yüksek derecedeki ve en önemli olay Tanrı Mazharıdır ve Tanrı yasasının nazil olmasıdır.” Birer İlahi Eğitmen olan Mazharlar, İlahi Yasa’nın evrensel ve değişmez olan kısmını devam ettirirken insanlığın ulaştığı aşamadaki yaşamın ruhani ve toplumsal yönlerini düzenleyen yeni bir yasalar dizisi de getirirler. Bunun esas amacı “insanlığı aydınlatmak, toprak dünyasını semavi kılmak, beşer âlemini melekler âlemi yapmak, kalpleri birleştirmek, insanların ruhlarında sevgi ışığını yakmaktır; öyle ki bu ruhlar, tam bir birliğe ve dostluğa erişerek, Allah’a yönelerek, ilahi Melekûta girerek, Allah’ın inayet ve lütuflarına ulaşarak ve semavi gıdadan pay alarak bağımsız hâle gelsinler.”47

Bireyin toplumsal ve ruhani yaşamı ile ilgili Hz. Bahaullah’ın getirdiği yasaların birçoğu, Bahai Dini’nin ana kitabı olan Kitab-ı Akdes’te yer almaktadır. Bu Kitapta namaz, oruç, evlilik, miras hukuku gibi konulara dair yasalar ve alkol, uyuşturucu ve zinanın yasaklanması gibi hükümler yer alır. Kitab-ı Akdes ayrıca ruhban sınıfını kaldırmış, köleliği yasaklamış, inzivaya çekilmeyi ve keşişliği men etmiş, hayvanlara eziyeti ve dedikoduyu şiddetle kınamış, bir ticaret veya meslekle meşgul olma zorunluluğu getirmiş, çocuk eğitiminin önemini özellikle vurgulamış, her bireye yaşadığı ülkenin yasalarına itaat etme sorumluluğu yüklemiş, Bahailerin dostluk ruhu içerisinde tüm dinlerin inananlarıyla arkadaş olmalarını öğütlemiş ve dürüstlüğün, güvenilirliğin, misafirperverliğin, nezaketin, hoşgörünün, insafın ve adaletin altını çizmiştir.

Bahailerin yaşamını şekillendiren bu ve diğer yasalara bağlılığın önemi açık olmakla beraber, bunların “yapılacaklar ve yapılmayacaklar” şeklinde basit bir listeye indirgenemeyeceğini unutmamak önemlidir. Bu yasaları ve onlara bağlılığı değerli kılan esas şey, Tanrı Sözü’nün bireyin davranış kalıplarını  geliştirmekte, tüm insanların kalplerini ve ruhlarını yüceltmekte, insanlığın kolektif yaşamını düzenlemekte, kültürü şekillendirmekte, toplumsal yapıyı canlandırmakta ve  medeniyetin ilerlemesini sürdürmekte sahip olduğu dönüştürücü güç  olduğu  anlayışıdır Kitab-ı Akdes’in  bu  konudaki  rehberliği açıktır: “Sanmayın ki, sizlere yalnızca bir dizi hükümler indirdik. Aksine, seçkin Şarap’ın mührünü kudret ve iktidar parmaklarıyla söktük… Bunun üzerinde düşünün, ey fikir sahipleri!”48 Aynı Kitapta ilahi emirler “kullarım arasında inayetimin lambaları ve halkım için rahmetimin anahtarları”49 olarak tanımlanır ve şu vurgulanır: “Kudret Dilim izzet Ceberutumdan şu sözlerle hitap ediyor: ‘Emirlerime cemalimin aşkına uyunuz. "Hiçbir dilin tarif edemeyeceği bir fazlın rayihası ile yüklü bu sözlerden Sevgili’nin ilahi kokusunu alan aşığa ne mutlu.”50
 
Ruhun Yaşamı
"Tanrı marifeti pınarından bir yudum içecek olursanız, gerçek hayatın cisim hayatı olmayıp ruh hayatı olduğunu anlarsınız…"

Hz. Bahaullah’ın Zuhuru, bu dünyadaki yaşamımızın amacının Tanrı’yı tanımak ve O’nun huzuruna ermek olduğunu teyit eder. Bizim gerçek kimliğimiz ruhumuzdur. Ruhumuzun özgür iradesi ve anlayış gücü sürekli olarak hem kendimizi hem de toplumumuzu iyileştirmemizi mümkün kılar. Allah’a ve insanlığa hizmet yolunda yürümek hayatımıza anlam kazandırır ve aynı zamanda bizleri ruhumuzun bedenden ayrılıp Yaratıcısına doğru sonsuz yolculuğuna başlayacağı ana hazırlar.

İnsanın Doğası
Tüm ilahi dinlerde insanoğlu Allah’ın nazarında yaratıkların en şereflisi olarak kabul edilir. Örneğin Kur’an-ı Kerim’de “Andolsun, biz insanoğlunu şerefli kıldık"52 diye buyrulmaktadır. Aynı görüş Bahai yazılarında da sıkça vurgulanır. Örneğin  insanın gerçek doğası şöyle tarif edilir: "Seni kuvvet elleriyle yaptım, kudret parmaklarıyla yarattım, nurumun özünü sende emanet bıraktım."

Bununla birlikte insanın asil bir varlık olduğu tespiti, insanın yaradılışında daha alt seviyede bir varoluşun da mevcut olduğu gerçeğini gölgelemez. Hepimizin içinde binlerce yıllık    biyolojik İlahi bilgi evrimimizin bir parçası olarak, hayvanlar âlemiyle paylaştığımız bazı ortak özellikler vardır. Ancak hayvanlar arasında yaygın olan pek çok davranış tarzı insana yakışmaz. Hz. Abdülbaha bu konuda şu açıklamayı yapmıştır: İnsanın iki doğası vardır; ruhani veya yüce olan ile maddi veya daha aşağı olan. İnsan biriyle Allah’a yaklaşır, diğeriyle ise sadece dünya için yaşar. İnsanda bu iki özelliğin işaretleri de mevcuttur.

Her birimiz Allah’ın sıfatlarını yansıtma potansiyeline sahibiz. Bahai anlayışına göre “insanın Allah’ın suretinde yaratılmış olması” ile kastedilen şey budur. Dua etme, kutsal yazıları inceleyip ilahi öğretileri hayatımızda uygulama, bilgi seviyemizi artırma, karakterimizi geliştirme ve zorlukların üstesinden gelme çabamız ve insanlığa hizmet yoluyla kalp ve zihinlerimizin aynalarını temizlediğimiz ölçüde ilahi özellikleri yansıtabiliriz.

Bahai Dini’nde Tanrı sevgisi, güzelliğe cezbolma ve bilgiye susamışlık, tüm insanların içinde mevcut olan ve insanoğlunun yüceliğini gösteren nezaket, adalet, doğru sözlülük ve güvenilirlik gibi ruhani nitelikleri ortaya çıkarıp geliştirmekte hepimize  destek olan güçler olarak görülür. Bunların ve ahlaki seviyeyi yükselten diğer güçlerin işlerlik kazanması, hem kendimizin hem
de toplumun dönüşümüne olumlu yönde katkıda bulunmamızı teşvik eder ve varlığımıza bir amaç kazandırma duygumuzun güçlendirilmesine katkıda bulunur.

Yukarıda belirtildiği gibi sevgi, güzelliğe cezbolma ve bilgiye susamışlık arasındaki yakın bağ, insanın ruhani doğası ile yakından ilişkilidir. Hepimiz Allah’ın sevgisinin farkına varma ve bu sevgiyi O’nun yarattığı diğer varlıklara yansıtma kapasitesine sahibiz. Hz.Abdülbaha şöyle belirtmiştir: Sevgi nasıl da büyük bir güçtür! ... Varlık âleminde sevginin gücünden daha büyük bir güç yoktur. İnsanın kalbi sevgi ateşiyle yandığı zaman, o kişi her şeyi feda etmeye hazır olur – hatta hayatını bile. Güzelliğe cezbolma, sevgiyle yakından ilişkilidir. Bu cezbolma hâli belli bir seviyede, doğada vakit geçirirken hissettiğimiz hoşnutluk duygusunda, sanat ile meşgul olurken ya da çeşitli sanat eserlerini izlerken hissettiğimiz duygularda ya da bir fikrin veya bilimsel bir kuramın üzerimizde yarattığı etkiye verdiğimiz karşılıkta kendisini gösterir. Başka bir seviyede ise evrende düzen, anlam ve üstünlük arayışımızın altında yatan şey aslında güzelliğe cezbolma duygusudur.

Bilgiye susamışlık ise bizi gerçeğin her boyutu hakkında daha dolu bir anlayış arayışına doğru iter. Bireyin karakteri, toplumun ve ruhani güçlerin işleyişi ile fiziksel evren bu boyutlardan sadece birkaçıdır. Hz. Abdülbaha’nın bununla ilgili açıklaması şudur: Hz.Bahaullah’ın  ilk  öğretisi herkesin yükümlülüğü olan gerçeği araştırma görevidir. Gerçeği araştırmak ne demektir? Şu demektir: İnsan kulaktan dolma her şeyi unutmalı ve gerçeği kendisi irdelemelidir; çünkü duyduğu sözlerin gerçeğe uygun olup olmadığını bilemez. Doğruyu veya gerçeği nerede bulursa, diğer her şeyi terk ederek, diğer her şeyden vazgeçerek, dört elle ona sarılmalıdır. Zira gerçekliğin dışında, batıl inanış ve hayalden başka bir şey yoktur.56

Aynı konuda Hz. Bahaullah “insanın kendi nefsini, yüceliğe ve alçaklığa, zillet ve izzete, varlık ve yoksulluğa sebep olacak şeyleri tanımasının”57 şart olduğunu söyler. Başka bir yerde ise şöyle ifade etmiştir: “Gerçekten, ey Kardeşim; eğer biz yaratılan her şeyi düşünecek olursak, yüz bin kusursuz hikmetin farkına varacağız ve yüz binlerce yeni ve olağanüstü gerçekleri öğreneceğiz.”58

İnsan Ruhu
Her insanın asıl kimliği manevi nefsi, yani ölümsüz olan ruhudur. Ruh, özü ve gerçek kaynağı Allah’ın ruhani dünyaları olduğu için, madde dünyasını aşmaktadır. “Ruh maddesel yaratılış düzeninin tamamen dışındadır...”59 İnsanlığın ilerlemesi  esas  itibarıyla ruhun   sahip    olduğu    güçler    sayesinde    başarılmaktadır. Hz. Abdülbaha ruh için “eşyanın hakikatini  keşfeylemesi, kâinatın hassalarını idrak eylemesi ve varlıklardaki sırları anlaması mümkündür” diye yazmış ve şöyle devam etmiştir: “Şu gördüğümüz fenler, ustalıklar ve sanatlar, bedialar, tesisler, keşifler ve teşebbüsler hep nefs-i nâtıka idraklerinden meydana gelmiştir.”60

Daha önce Tanrı’nın ışığını yansıtan Mazharlar için kullanılan “ayna” örneği bu sefer varlığımızın gerçekliğine dair anlayışımızı geliştirmek için de kullanılabilir. Buna göre bir aynanın potansiyelini tamamen ortaya çıkarabilmesi için kirden arınmış  ve Işığın Kaynağı’na yönelmiş olması gerekir. Bu aynaların en lekesizleri Tanrı Mazharlarıdır. Bizler gibi sıradan insanlar içinse dua ederek, kutsal yazıları okuyup bunların öğütlediği erdemleri sergilemeye ve davranışlarımızı düzeltmeye çabalayarak ve insanlığa hizmet ederek ruhlarımızın aynalarını mümkün olduğu kadar temizlemek mümkündür.

Tüm kutsal dinlerde olduğu gibi Bahai Dini’nde de bedensel ölüm gerçekleştiğinde ruhun bedenle bağını kopararak mükemmelliğe doğru sonsuz bir yolda ilerlemeye devam ettiğine inanılır.

Gerçek Yaşam Ruhun Yaşamıdır
Daha önce belirtildiği gibi Bahailer insanın iki doğası olduğuna inanır: ruhani veya yüce olan ile maddi veya daha aşağı olan  doğa. Bunlardan ilki insanı Allah’a yaklaştırırken diğeri sadece bu dünyadaki yaşamla ilgilenir. İnsanda bu iki doğanın belirtilerine de rastlamak mümkündür. Sevgi, merhamet, şefkat, doğruluk ve adalet gibi tüm güzel davranışlar ve asil nitelikler insanın ruhani doğasına aitken kusurlu ve bencil davranışlar maddi doğadan kaynaklanır.

Tarihsel süreçte maddi uygarlık bakımından insanoğlu şimdiye kadar yaşanan en yüksek düzeye ulaşmıştır ve bu ilerleme hiç şüphesiz bundan sonra da artan bir ivme ile devam edecektir. Gelişen maddi uygarlık hem hayatlarımıza kattıoğnı fokr ve fırsatlar açısından çok değerlidir, hem de insanoğlunun sahip olduğu potansiyelin kesin bir işaretidir. Bununla birlikte maddi uygarlığın seviyesi ne kadar yüksek olursa olsun, bunun insan ruhunun özlemlerine cevap vermekte yetersiz kaldığı da açık bir gerçektir. Diğer bir anlatımla, insanlığın ulaşmayı başardığı maddi uygarlık seviyesine, buna uygun bir ruhani uygarlık eşlik etmelidir. Bahailer bu ruhani uygarlığın Hz. Bahaullah’ın getirdiği ilahi öğretiler vasıtasıyla kurulabileceğine  inanırlar. Buna göre insanlık ruhani olarak mükemmelleşmenin eşiğinde, manevi karanlığın en son merhalesinde, ışığın başlangıcındadır. Bu konuyu açıklarken Bahai literatüründe insanın mevcut konumu için, gecenin bitimi ve günün başlangıcı tasviri kullanılmıştır. Bununla kastedilen şey, insanoğlunun bütün kusurlarının yanı sıra mükemmelliğin tüm aşamalarını da içinde barındırdığıdır.

Ruhun kaynağı, Allah’ın ruhani dünyalarıdır. Bir başka deyişle ruh, maddenin ve fiziksel dünyanın üzerindeki bir varlık seviyesindedir. Bahai Dini’ne göre bireyin gerçek  varoluşu, ruhani dünyalardan gelen ruhun, gebe kalma sırasında embriyo  ile birleşmesi anında başlar. Fakat bu birleşme maddi  bir  birleşme olarak anlaşılmamalıdır; yani ruh vücuda girmez veya ölüm gerçekleştiğinde vücuttan çıkmaz ya da fiziksel bir yer kaplamaz. Çünkü ruh madde dünyasına ait değildir. Ruhun insan bedeni ile ilişkisini açıklamak için yine ayna örneğine başvurulabilir. Aynada beliren ışık onun içinde değildir; dış bir kaynaktan gelir. Bunun gibi ruh da vücudun içinde değildir; aralarında özel bir ilişki vardır ve ikisi birlikte insanı oluşturur.

Hz. Abdülbaha’nın bu konuyla ilgili açıklaması şu şekildedir: İnsan, yaşamının başlangıcında embriyo hâlinde, rahim âlemindedir. Orada insan varlığıenrıçnekgliği için kapasite ve bağışlar alır. Bu dünya için gerekli olan güç ve kudret o sınırlı koşullarda ona bağışlanır. Bu dünyada gözlere ihtiyacı vardır; önceki dünyada bunları potansiyel olarak edinir. Kulaklara ihtiyacı vardır; orada yeni varlığına hazır olmak üzere onları elde eder. Bu dünyada ona gerekli  olan tüm güçler rahim âleminde ona bahşedilmiştir.

O halde bu dünyada da kendisini öteki dünyaya hazırla- malıdır. Melekût âleminde ihtiyacı olan şeyleri burada edinmelidir. Nasıl ki ana rahminde bu varlık âleminde ih- tiyacı olan güçleri elde ederek kendini hazırlamışsa, aynı şekilde ilahi varlığının vazgeçilmez güçlerini bu dünyada potansiyel olarak elde etmelidir.61

Ruhun Dereceleri
Bahai yazıları, varoluşun çeşitli âlemlerinde işleyen belli başlı güçlerden ve potansiyellerden bahsederken de yine “ruh” kelimesini kullanır.

Büyüme gücü veya diğer bir ifadeyle bitki ruhu bitkilerde  görünür. Bu ruh daha üst varoluş seviyelerinde de kendini göstermeye devam eder. Ancak bir ağacın büyümesi ne kadar mükemmel olursa olsun, ağaç hiçbir zaman hayvanlar âlemindeki güçleri bilemez.

Duyular hayvan ruhunun belirtileridir. Hayvanlar görür, duyar, koku ve tat alır ve hisseder. Ancak hayvan “doğa âleminin esiridir ve doğanın içerisinde veya ötesinde olanla ilişkisi yoktur; ruhani algılardan yoksundur, bilinç sahibi olmanın cezbedici özelliklerinden mahrumdur, Tanrı âleminden habersizdir ve doğanın kanunundan sapmaktan acizdir.”62

İnsan ruhunun ise görünen ve görünmeyen şeyler hakkında bilgi edinme kapasitesi vardır; “bilinen ve gözle görülen hakikatlerden bilinmeyen şeyleri bulup çıkartır.”63 İnsanlığın ruhani ve maddi ilerleyişi, örneğin bilimsel gelişmelerden adil yönetim sistemlerinin oluşturulmasına, teknolojik icatlardan sanatsal çabaların olgunlaşmasına kadar hepsi insan ruhunun gücünün ifadeleri olarak görülebilir.

Ancak ruhani gerçekler hakkında bilgi sahibi olabilmek için insanların iman ruhu ile desteklenmesi gerekir. Bu konu ile ilgili olarak Hz. Abdülbaha şöyle bir açıklamada bulunmuştur: “…insan ruhu, iman ruhu ile desteklenmedikçe, ilahi sırlar ve lahuti hakikatler hakkında bilgi sahibi olamaz. Bunun misali aynadır. Ayna her ne kadar da temiz, güzel ve şeffaf olsa, yine ışığa muhtaçtır. Güneşin ışığı ona vurmadıkça Tanrı sırlarını sezemez.”64

Tüm varoluşu aydınlatan sınırsız ilahi güç ise Ruhu’l-Kuds’tür. Ruhu’l-Kuds, Allah ile yaratılış arasındaki aracıdır. Örneğin Tanrı Elçileri okullara gidip akademik eğitimler almamışlardı. Fakat buna rağmen Ruhu’l-Kuds’ün gücü sayesinde insanlığın en  büyük eğitmenleri hâline geldiler. Hz. Abdülbaha, Ruhu’l- Kuds’ün her gelişindeki etkisini şu sözlere tarif etmiştir: Ne zaman zuhur ederse dünya yenilenir, yeni bir devir açılır, insanlık yeni bir elbiseye bürünür. Ruhu’l-Kuds’ün görünüşü ilkbaharın gelişine benzer; ne zaman gelirse dünyayı bir hâlden başka bir hâle koyar. Bahar  mevsiminin gelmesi üzerine kara toprak yeşillenir, dağlar ve kırlar şenlenir, türlü güzel kokulu çiçekler biter. Ağaçlar canlanır, tatlı meyveler meydana gelir, yeni bir devir kurulur. Ruhu’l-Kuds’ün zuhuru da bunun gibidir…65
 
Yaşam ve Ölüm
Yaşam ve ölüm varlık âleminin bir gerçeğidir. Bahailer yaşamın Allah’ın bir armağanı olup ve çok değerli olduğuna inanırken ölümü insanın varoluşunda yeni bir aşama olarak görürler. Bireyin yaşamı, gebe kalma sırasında ruh embriyo ile birleştiği zaman başlar. Ölüm gerçekleştiğinde ise her biri kendi aslına geri döner; beden toprak dünyasına, ruh ise Allah’ın ruhani dünyalarına…

Bahai Dini’ne göre dünya hayatının nasıl olması gerektiği ilerleyen bölümlerde ele alınacaktır. Bununla birlikte kısaca belirtmek gerekirse dünya yaşamı hem ruhani varoluşun bir yansıması hem de ölümden sonraki yaşam için bir hazırlık dönemi olmalıdır. Diğer bir ifadeyle dünya hayatı aynı anda hem ruhani nitelikleri yansıtmalı hem de insanlara bu nitelikleri kazanacakları uygun ortamı sunmalıdır ki bunun gerçekleşmesi de ancak adaletin, barışın, birliğin ve refahın hüküm süreceği sosyal bir düzenin kurulmasına bağlıdır.

Öte yandan diğer dinlerde olduğu gibi Bahai Dini’nde de ölümün korkulacak bir şey olmadığına inanılır ve hatta ölüm bir “müjde”66 olarak tanımlanır. Ayrıca şöyle buyrulur: "Sen Benim padişahlığımsın; padişahlığım batmaz: Niçin batarım diye korkuyorsun? Sen Benim ışığımsın; ışığım sönmez: Neden sönerim diye üzülüyorsun? Sen Benim güzelliğimsin: Güzelliğim solmaz. Sen Benim gömleğimsin: Gömleğim eskimez."
Ruhun ölümden sonraki hâli Hz. Abdülbaha tarafından şöyle açıklanmıştır: "Bedenin ölmesiyle beraber ruhun da öldüğüne hükmetmek kafesin kırılmasıyla içindeki kuşun da öldüğüne hükmetmeğe benzer. Kafesin kırılması kuşun umurunda mı? Beden kafes, ruh ise onun içindeki kuş gibidir. Biz görüyoruz ki, bu kuş kafes olmadan da rüya âleminde uçuyor, binaenaleyh, kafes kırılacak olursa, kuş mevcut ve kararlıdır; hatta bu takdirde onun duyguları artar, anlayışı çoğalır, daha ziyade ferahlanır…"68

Ruhun mükemmelliğe doğru olan yolculuğu ölümden sonra da devam edecektir. Hz. Bahaullah bu konuda şöyle buyurmuştur: Bil ki: Ruh bedenden ayrıldıktan sonra ilerleye ilerleye nihayet, asırların ve devirlerin tevalisi veya dünya hadiseleriyle değişmeyen bir heyette Tanrı’nın katına erişir. Allah’ın melekûtu, saltanatı, ceberutu ve iktidarı süresince o da baki olur. Ondan Allah’ın eserleri, sıfatları, inayet ve lütufları zuhura gelir… Onlar varlık dünyasını mayalayan maya, dünyada görülen güzel sanatların ve acayip şeylerin mülhimidirler.69

Hz. Bahaullah’a nazil olan bir yazıya göre “Bu dünya ile öbür dünya arasındaki fark, rahim âlemi ile bu âlem arasındaki fark gibidir.”70 Nasıl ki ana rahmi insanın ilk fiziksel gelişimi  için ortam sağlıyorsa dünya yaşamı da ruhlarımızın ölümden sonra devam edeceği yolculukta ihtiyaç duyacağı ruhani nitelikleri ve kapasiteleri geliştirdiğimiz alandır. Hem bu hem de bir sonraki yaşamda Allah’ın cömertliği ve inayeti ile gelişiriz.
 
Cennet ve Cehennem
Tarih boyunca insanlık bu dünyada yaptıkları ile bunların Allah’ın ruhani dünyalarındaki sonuçları arasındaki ilişkinin doğasını merak etmiştir. Bu konu hakkında farklı inanç ve kültürlerde çeşitli yaklaşımlar olsa da en çok bilinen açıklama klasik dini metinlerde olandır; dünyada erdemli bir hayat yaşayanların ödüllendirildiği bir cennet ve doğru yoldan sapmışların cezalandırıldığı bir ölüler dünyası… Bütün bu açıklamalar tarih boyunca dünyanın her köşesinde, insanların varoluş amaçlarını düşünmelerine, aşağı doğalarının kötü yönlendirmelerine  karşıösdteirremneçlergine ve ruhani bir yaşamın gerekliliği üzerinde tefekkür etmelerine vesile olmuştur.

Aslında ceza ve ödül ruhun yaşamının her aşamasında vardır çünkü bunlar, adaletin üzerine inşa edildiği iki temel sütundur ve tüm diğer dinlerde olduğu gibi Bahai Dini’nde de insanın bu dünyada yaptığı iyiliklerin ödüllendirileceğine, kötülüklerin ise cezalandırılacağına inanılır. Bununla birlikte Bahai öğretileri cennetin ve cehennemin varlığını teyit ederken bunların fiziksel mekânlar olmayıp ruhun mükemmelliğe doğru sonsuz yolculuğunu vurgulayan kavramlar olduğunu ifade eder. Yani cennet ve cehennem esas itibarı ile hem bu dünyadaki hem de öbür dünyadaki bir var olma hâlidir. Ölümden sonraki ödüllendirme ve ceza, maddesel bir varlık olmayan ruhun yapısına uygun, yani ruhani ödül ve ruhani ceza şeklindedir. Bu ödül ya da ceza, insanın dünyada yaptıklarının sonuçlarına dair ruhun elde edeceği bir farkındalık veya bilinç hâli olarak anlaşılmalıdır. Bu bilinç hâlinde ödül, Allah’a yakınlık ve O’nun sevgisine kavuşmaktır. Ceza ise Allah’tan uzaklık ve yaptığımız kötülükler nedeniyle kendimize ve diğer insanlara verdiğimiz zarara dair yaşayacağımız şiddetli bir pişmanlık duygusu olarak anlaşılabilir. Artık bu dünyadan ayrılmış olduğumuz için yaptığımız kötülüklerin yol açtığı zararları telafi etme imkânımız olmayacağı için ruhumuz bu durum dolayısıyla büyük bir pişmanlık yaşayarak acı çekecektir.

Öte yandan cennet ve cehennem hâlinin dünyevi yaşam için de söz konusu olduğu ile ilgili Hz. Abdülbaha şu açıklamayı yapmıştır: … Hakikat Güneşi’nin parıltısı ile münevver olup bütün faziletler ile şereflenince, bunu en büyük mükâfat sayarlar, hakiki cennet bilirler. Manevi mücazat da bunun   gibidir. …bundan anladıkları tabiat âlemine müptelalık, Hak’tan perdelenme, cehalet, nefsanî arzulara düşkünlük, hayvani rezaletlere kapılma… gibi birtakım kapkara sıfatlarla vasıflanmış olmaktır. Bunu, cezaların ve işkencelerin en büyüğü sayarlar.71

Bunun yanı sıra bazı dini geleneklerde cennet kavramı sadece bireyin ruhunun durumunu tasvir etmek için değil, aynı zamanda “yeryüzündeki cennet” tabiriyle, gelecekte ortaya çıkacak, barış içinde, uyumlu ve adil bir dünyayı tarif etmek için de kullanılmıştır. Böyle bir zamanın geleceği birçok kültür, inanç ve medeniyette öngörülmektedir. Bahai yazıları bu vaatlerin gerçekleşme zamanının geldiğini açıklamaktadır: Dünya şimdi gebelik döneminde; en soylu meyvesini vereceği, ondan en yüksek ağaçların, en büyüleyici goncaların, en ilahi nimetlerin fışkıracağı gün yaklaşıyor.72

Bu vaatlerin gerçekleşeceği dünyanın nasıl bir yer olacağını ise Hz. Şevki Efendi şöyle tarif etmiştir: Ulusal rekabetler, kin ve entrikalar son bulacak ve ırkçılık ve önyargı, yerini ırklar arası dostluğa, anlayışa ve işbirliğine bırakacaktır. Din kavgasının nedenleri kalıcı olarak silinecek, ekonomik duvarlar ve sınırlamalar tamamıyla kalkacak ve sınıflar arasındaki aşırı farklılık yok edilecektir. Bir yanda mahrumiyet, diğer yanda aşırı zenginlik durumu kaybolacaktır. İster ekonomik olsun ister siyasi olsun, savaşlar uğruna harcanan ve heba edilen muazzam enerji,   icatlarıen tevknik ilerlemenin yelpazesini genişletecek farklı amaçlar uğruna; insanlığın üretkenliği artsın, hastalıklar yeryüzünden  silinsin, bilimsel araştırmalar çoğalsın, insanlığın bedensel sağlık standardı yükselsin, insan beyninin keskinliği ve gelişimi artsın, gezegenin kullanılmamış ve keşfedilmemiş kaynakları işletilsin, insan ömrü uzasın ve bütün insan ırkının zihinsel, ahlâki ve ruhani yaşamını teşvik edecek her türlü vasıta geliştirilsin diye kullanılacaktır.73

Ahlaki Değerler
Daha önce belirtildiği gibi bazı ilahi yasalar her dinde o çağın özel ihtiyaç ve koşullarına göre değişirken özellikle ahlaki öğretiler değişmez. Bu açıdan bakıldığında Bahai Dini’nin insanlara tebliğ ettiği ahlaki ya da ruhani değerler de diğer dinlerle aynıdır. Bununla birlikte Bahai yazılarında bu evrensel değerlere dair farklı ve daha derin anlayışlar kazanmamıza yardımcı olmak için bazı açıklamalar yapılmıştır.
 
Ruhani yaşamın merkezinde Allah’ın âlemlerindeki sonsuz yolculuğumuzda bize destek olacak ruhani niteliklerin geliştirilmesi vardır. Nasıl ki bu dünyada mutlu ve sağlıklı bir yaşam sürdürebilmemiz için gereken özellikleri anne rahminde kazanıyorsak ruhani âlemlerde ihtiyaç duyacağımız nitelikleri de henüz bu dünyadayken geliştirmemiz gerekir. Bu sorumluluğumuz davranışlarımızın devamlı olarak daha saf ve temiz olması için çalışmamızdan ayrı düşünülemez. Diğer bir ifadeyle her insandan talep edilen şey, kendisine bağışlanmış olan asalet ve iffeti davranışlarında sürekli daha fazla yansıtmak için gayret göstermesidir. Bu konuda Hz. Abdülbaha şöyle söylemiştir: Durmaksızın ve dinlenmeksizin insandaki ruhani doğanın geliştirilmesini başarnak için gayret etmeliyiz ve insanlığı gerçek ve amaçlanan makamının asaletine  doğru ilerletmek için bitmez tükenmez bir enerjiyle çaba göstermeliyiz.74

Ruhani nitelikler benliğe odaklanarak değil, insanlığa hizmet ederek geliştirilir. Hz. Bahaullah düşüncelerimizin odak noktasının “gönül ve ruhların kötülükten arınması” olması gerektiğini bildirmiştir. “Bunun yolu,” diye devam eder, “iyi  amel, faziletli hayat ve güzel huydur.”75 Hz. Abdülbaha ise şunu ifade eder: “İnsan, sorumluluklarını yerine getirmek için ayağa kalkarsa ne kadar seçkin, ne kadar saygındır; toplumun menfaatine gözlerini kapar ve değerli hayatını kendi bencil ilgi alanları ve kişisel çıkarları için tüketirse de bir o kadar rezil ve değersizdir!”76

Ruhani nitelikler geliştirme çabasını, suçluluk duygusuna kapılıp umudumuzu kaybetmeden ve hatanın kaçınılmazlığını kabul ederek ama potansiyel olarak içimizde var olanı da gözden kaçırmadan, alçakgönüllülükle sebat göstererek ve öğrenmeye açık bir tavır içinde Allah’ın gösterdiği yolda yürüme çabası şeklinde düşünebiliriz. Bahai İnancı’na göre bu yolda türlü zorluklar olsa da bunları aşma çabası aslında mutluluk verici, hatta neşeli bir uğraştır.

Hayat boyu sürecek bu gelişim yolunda, yani insanın karakterinin böyle kademeli olarak saflaştırılması sürecinde karşılaşılabilecek en büyük tehlike, bu ruhani çabaya engel olan ve temelini sarsan özellikler olan kendini beğenmişlik, üstünlük ve gurur duygularıdır.

Hz. Abdülbaha bu konuya değeninirk şunları ifade eder: Her insan evladı Allah’ın kuludur. Hepsi Tanrı’nın gücü ve lütfu ile yaratılmış ve beslenmiştir. Hepsi aynı ilahi gerçeklik Güneşinin inayetleriyle kutsanmıştır. Hepsi Allah’ın sonsuz merhamet çeşmesinden kana kana içmiştir ve hepsi O’nun gözünde ve sevgisinde kullar olarak eşittir. O hepsine karşı cömert ve iyilikseverdir. Bundan dolayı, kimse kendisini başkasından yüce saymamalı, kimse bir başkasına gurur yahut üstünlük göstermemeli, kimse kimseyi hor veya hakir görmemeli  ve kimse bir insanı mahrum etmemeli veya ona baskı yapmamalıdır. Herkes Tanrı’nın merhamet okyanusuna daldırılmış gibi görülmelidir. Tüm insanlarla kibarlık ve şefkat ile ilişki kurmalıyız. Herkesi gönülden sevmeliyiz.77
 
Alçakgönüllülük ve Tevekkül Bahai Dini’nde insanlardan talep edilen ahlaki öğretilerin başında alçakgönüllülük ve tevekkül, yani insanın elinden geleni yapıp sonrasını Allah’a bırakmayı öğrenmesi gelir.

Kişinin karakterini düzeltme çabaları, gurur ve üstünlük duygularına yol açmamalıdır. Hz. Bahaullah şunu bildirir: “İnsanı alçakgönüllülük izzet ve iktidar göklerine çıkarır; mağrurluk ise zillet ve hakirliğin dip bucağına indirir.”78 Gerçek bir alçakgönüllülük, pasiflik veya hareketsizlik doğurmaz. Bu duygunun motivasyon eksikliğiyle de karıştırılmaması gerekir. Alçakgönüllülük ve tevekkül, ruhani bir hayata özgüven getirir.

Araştırıcı… kendini kimseden üstün görmemeli, gönül levhasından kibir ve iftiharın her izini silmeli, sabır ve tahammül göstermeli, sükûtu ihtiyar edip gevezelikten çekinmeli...79

İnsan “yerde ve gökte bulunanlardan büsbütün el çekmedikçe irfan denizi kıyısına”80 varamayacaktır.

Aşağıdakiler alçakgönüllülük ve tevekkül ile ilgili çeşitli Bahai yazılarından alınmış bazı sözlerdir:
Ey yeryüzünde oturanlar! Ruhlarınızı temizleyiniz; temizleyiniz ki Tanrı’nın sizin için takdir buyurduğu makama erişip Beyan göklerinde kurdurduğu otağa girebilesiniz… İman yolunda yürüyüp ikan kadehinden içmek isteyenler bütün dünya bağlarından arınmalıdırlar; yani kulaklarını şunun bunun sözlerinden, gönüllerini gerçeğe perde geren boş kuruntulardan, ruhlarını aldatıcı maddi yaldızlardan ve gözlerini fâni kelimelere  bakmaktan uzak tutmalıdırlar. Onlar, Tanrı’ya tevekkül edip, O’na yapışarak, O’nun yolunda yürümelidirler.81

Ey Kulum! Dünya bağını kopar, nefis zindanından çık. Fırsatı ganimet bil. Bu vakti bir daha göremezsin; bu fırsatı asla bulamazsın.82

Başına gelen beladan ötürü üzülme; her şeyi bilen kudretli ve hikmetli Tanrı’ya tevekkül et. Evini ilahi sözlerin temeli üzerine kur ve sonra Rabbini an. O sana yeterlidir, O sana tüm yaratıkların ötesinde yeterlidir.83

Allah’a güvenin! Çünkü O’nun Bağışları sınırsızdır ve O’nun İnayetlerine itimat edin, çünkü o inayetler zengindir! İnancınız Yüceler Yücesine olsun, çünkü O zeval bulmaz ve O’nun ihsanı ilelebet sürer! O’nun Güneşi sürekli Işık verir ve Merhametinin Bulutları, O’na güvenenlerin kalplerini suladığı Şefkat Sularıyla yüklüdür. O’nun canlandıran Meltemi, kanatlarında, insanların kavrulmuş ruhlarına her zaman şifa taşır!84

Bugün insanlığın boynu zillet, ızdırap ve kederle bükülmüştür, kimse kaçıp kurtulamaz. Dünya gözyaşlarıyla ıslanmıştır; ancak Allah’a şükür, çare kapımızdadır. Geliniz, kalplerimizi madde dünyasından çevirelim ve ruhani dünyada yaşayalım! Bizi özgür kılacak şey ancak budur! Eğer güçlüklerle kuşatılırsak Allah’a başvurmamız yeter ve O’nun yüce Merhametiyle yardım görürüz.
 
Eğer başımıza bir ızdırap ve sıkıntı gelirse yüzlerimizi Melekûta dönelim, böylece semavi teselli üzerimize yağacaktır.

Eğer hastaysak ve dertliysek Tanrı’nın şifası için yalvaralım, böylece O duamızı cevaplandıracaktır.

Düşüncelerimiz bu dünyanın tatsızlıklarıyla dolduğunda gözlerimizi Allah’ın merhametinin tatlılığına çevirelim, O bize semavi dinginlik gönderecektir! Maddi dünyada hapsedilmiş olsak bile, ruhumuz Göklerde süzülebilir ve gerçekten de özgür olabiliriz!

Günlerimiz sona ererken ebedi âlemleri düşünelim, böylece neşeyle dolabiliriz!85

[Kendini beğenmişlik] tuhaf bir karakter özelliğidir ve dünyadaki pek çok önemli kimsenin harap olmasına sebep olmuştur. Eğer birey tüm iyi niteliklerle donanmışsa ama bencil ise, diğer tüm erdemler solar veya ölür gider ve o kişi er geç daha kötüleşir.86

Doğruluk, Güvenilirlik ve Adalet
Doğruluk, güvenilirlik ve adalet yalan söylememekten çok daha fazlasını içerir. Bunlar daha kapsamlı bir anlam taşır ve doğruyu yanlıştan ayırt etme, doğrunun değerini bilip bunu savunabilme kapasitesini ima eder. Bu kapasite bireysel ve toplumsal ilerleme için hayatidir. O hâlde ruhani bir hayat yaşamanın bir şartı da bu üç   ruhani   niteliği   geliştirmek   için   sürekli   çaba göstermek, bunların düşünce ve eylemlerimizde her an mevcut olduklarından emin olmaktır.

Bu ahlaki değerlerle ilgili Bahai yazılarındaki bazı ifadeler aşağıdaki gibidir:
Herkesi halis doğruluğa müeyyed buyurmasını ve onları Kendine yakın getirmesini Yüce Tanrı’dan dileriz.87

Tanrı’nın sevdiği faziletler ve vasıflar gün gibi açıktır. Bunlar hep Semavi Kitaplarda açık açık yazılıdır. Güvenilirlik, doğru sözlülük, Tanrı ile baş başa bulunulduğu sırada temiz yüreklilik, tahammül, kazaya rıza, Tanrı’nın verdiğine kanaat, felakette sabır ve hatta şükür ve ne şartlar altında olursa olsun Hakk’a güven bunlar arasındadır. Tanrı’nın katında bunlar en yüksek ve en güzel huylardan sayılır.88

Ey Ruh Oğlu! En çok sevdiğim şey insaftır. Bana rağbetin varsa ondan yön çevirme; güvenimi kazanmak istiyorsan ondan gafil olma. Bir şeyi başkalarının gözüyle değil  kendi gözünle görür ve başkalarının bilgisiyle değil kendi bilginle bilirsen buna muvaffak olursun. Gereğini artık  sen düşün. Bu Benim sana bir ihsanım, senin için bir inayetimdir. Onu gözden ırak tutma.89

Hiçbir ışık adalet ışığına muadil olamaz; dünya düzeninin ve insanlık camiası rahatlığının vasıtası budur.90

Doğruluk bütün insan erdemlerinin temelidir. Doğruluk olmadan, herhangi bir ruh için Allah’ın tüm dünyalarında gelişme ve başarı olanaksızdır. Bu kutsal nitelik insanda yerleşince, tüm ilahi meziyetler de elde edilecektir.91

Dürüstlük, doğruluk ve ahlaklılık, erdemli olanların vasıfları ve temiz olanların ayırt edici özellikleridir. Dürüstlük diğer tüm erdemleri içine aldığı için vasıfların en önde gelenidir. Dürüst bir insan tüm ahlaki sıkıntılardan korunacak, her kötü davranıştan çekinecek ve her aşağılık hareketten sakınacaktır. Zira tüm ahlaksızlıklar ve kabahatler dürüstlüğün tamı tamına zıddıdır ve dürüst bir insan bunlardan kesin surette tiksinti duyacaktır.92

Sevgi ve Bilgi
Bahailerin inancına göre ruhani nitelikler ancak seviyesi giderek artan bir sevgi ve bilgi ortamında gelişebilir. Diğer bir anlatımla zihin ve kalplerimizdeki sevgi ve bilgi çoğaldıkça ruhani niteliklerimiz de serpilip gelişir. Bu süreçte neyin gelişim yolunda ilerlememizi sağladığını ve neyin bizi alçalttığını ayırt etme kabiliyetimiz sürekli artar ve fiziksel evren, insanoğlu, toplum ve ruhun yaşamı hakkındaki anlayışlarımızda ilerleme katederiz. Sevgi bilgi ile büyür; gerçek anlayış sevgi ile geliştirilir. Böylece vicdan ile akıl arasında ikilem oluşması önlenir.

İnsanın hem maddi hem ruhani gelişimi için vazgeçilmez olan bu iki kavrama dair Bahai yazılarında geçen bazı açıklamalar  şöyledir:
Söyle: Yasalarımdan gömleğimin hoş kokuları yayılır ve Zafer sancakları onların yardımıyla en yüksek doruklara dikilecektir. Kudret Dilim izzet Ceberutumdan şu sözlerle hitap ediyor: “Emirlerime Cemalimin aşkına uyunuz.” Hiçbir dilin tarif edemeyeceği bir fazlın rayihası ile yüklü bu sözlerden Sevgili’nin ilahi kokusunu alan aşığa ne mutlu.93

Dünyayı, dünyada yaşayan ve kımıldanan her şeyi yarattıktan sonra Kendi hür iradesiyle insanoğluna Kendini tanıyıp sevmek kabiliyet ve imtiyazını buyurmuştur. Bu kabiliyet, bütün yaratılışın sebep ve saiki sayılmalıdır.94

Varlık âleminde sevginin gücünden daha büyük bir güç yoktur. İnsanın kalbi sevgi ateşiyle yandığı zaman, o kişi her şeyi feda etmeye hazır olur hatta hayatını bile.95

Allah bize etrafımızdaki dünyaya bakalım da medeniyeti ve insanlığa yakışan şeyleri ilerletip geliştirecek vasıtalara sahip olalım diye göz bağışlamıştır. Bilim insanlarının ve filozofların hikmet dolu sözlerini dinleyelim, bunlardan faydalanalım ve dediklerini yapmak için çaba harcayalım diye kulak vermiştir. Halka hizmete adansın diye bize akıl ve beceriler verilmiştir ki bütün diğer türlerin üzerinde bir idrak gücü ve muhakemeyle farklılaşan biz, büyük ya da küçük, sıradan ya da olağanüstü durumlarda, tüm insanlık bilginin zapt edilmez kalesinde korunana kadar, her zaman ve her aşamada emek harcayalım. İnsanların mutluluğu için durmaksızın yeni temeller atmalı ve bu amaca ulaştıracak yeni araçlar bulup geliştirmeliyiz. İnsan, sorumluluklarını yerine getirmek için ayağa kalkarsa ne kadar seçkin, ne kadar saygındır; toplumun menfaatine gözlerini kapar ve değerli hayatını kendi bencil ilgi alanları ve kişisel çıkarları için tüketirse de bir o kadar rezil ve değersizdir!96

Evrenin olaylarını gözlemlediğimizde, hayatın çevresinde döndüğü eksenin sevgi, ölüm ve yıkımın çevresinde döndüğü ekseninse düşmanlık ve nefret olduğunun farkına varırız… Her mertebe ve âlemde, birlik ve uzlaşı, sevgi ve kardeşlik hayata sebep iken anlaşmazlık, düşmanlık ve ayrılığın her zaman ölüm meydana getirdiği açıktır. Bundan dolayı, insanlık arasında birlik ve uzlaşmanın günden güne artabilmesi ve sevgi ile  yakınlığın daha göz alıcı bir görkemle ve apaçık  görünmesi için canla başla gayret etmeliyiz.97

Sevgi prensibini ifade etmenin birçok yolu vardır. Aile sevgisi, ülke sevgisi, ırk sevgisi vardır. Politik bağlılıklar vardır, ayrıca menfaat ortaklığından kaynaklanan sevgi vardır. Bunların hepsi sevginin  gücünü  göstermenin yolları ve araçlarıdır. Böyle vasıtalar olmadıkça sevgi görülmemiş, duyulmamış ve hissedilmemiş olacaktır; yani sevgi bütünüyle ifade edilmemiş, yansıtılmamıştır! Su, gücünü çeşitli yollarla gösterir; susuzluğu gidermede, tohumun büyümesini sağlamada vs. Kömür temel özelliklerinden bir tanesini gaz lambasında gösterir, elektriğin de güçlerinden birisi elektrik ışığında görülür. Gaz da elektrik de olmasaydı dünyanın geceleri karanlık olurdu! Bu yüzden sevginin tezahürü için bir araca, bir dürtüye, bir nesneye, bir ifade biçimine ihtiyaç vardır. İnsanlar arasında sevgiyi yaymanın bir yolunu bulmalıyız. Sevgi  sınırsızdır,  engindir,  sonsuzdur!  Maddi  şeyler ise sınırlıdır, kısıtlıdır, sonludur. Sınırsız sevgiyi sınırlı vasıtalarla layıkıyla ifade edemezsiniz. Mükemmel sevgi benliksiz, her türlü zincirden tamamen kurtulmuş bir vasıtaya ihtiyaç duyar.98

Temiz Kalplilik
Ruhani niteliklerimizin gelişmesi ve bu niteliklerin insanlığın uzun süredir özlemini çektiği şekilde adaletin, barışın ve refahın hüküm sürdüğü bir dünyanın kurulmasına hizmet etmesi için benimsememiz gereken ahlaki öğretilerden bir diğeri de temiz kalpliliktir. Hz. Abdülbaha bu konuyla ilgili şunları söyler: İnsan yaşamının sürecinde ilk önce arınmışlık daha sonra ise tazelik ve ruhun bağımsızlığı bulunmalıdır. Nehir yatağı önce temizlenmeli ve daha sonra içinde tatlı suların akışı sağlanmalıdır. Pak bir iç göz Tanrı Likasını algılar, temiz bir his Tanrı İnayet bahçesinin güzel kokularını duyar, arı bir yürek gerçeğin güzelliğine ayna olur.99

İnsan kalbi ruhani nitelikleri yansıtıp ilahi sıfatları açığa çıkarma kapasitesi olan bir ayna gibidir. Ancak bunun yapılabilmesi için aynanın dünyanın toz ve kirinden sürekli temizlenmesi gerekir. Bahai yazıları bu konuyu aşağıdaki şekilde açıklar: Kalpleriniz, Gerçeklik Güneşi’ni tüm azametiyle yansıtan parlak aynalar gibi, tertemiz ve lekesiz olsun.100

Ey Ruh Oğlu! İlk öğüdüm şudur: İyi, güzel ve aydın bir yüreğin olsun ki daimi, baki, ezeli ve kadim bir padişahlığa eresin.101
 
Ey İnsan Oğlu! Gönlünü hoş tut ki mülakatıma layık ve güzelliğime makes olasın.102

Ey Âdem Oğulları! Güzel sözler ve temiz ameller Tanrı’nın izzet semasına yükselir; çalışınız ki amelleriniz riya tozlarından, nefis ve arzu bulanıklığından temizlenip Tanrı’nın kabul katına girsin; çünkü yakında insan sarrafları Mabud’un önünde halis takva ve temiz amelden başka bir şey kabul etmeyeceklerdir. Rabbin irade ağzından parlayan hikmet ve mana güneşi budur. Ne mutlu ona yönelenlere!103

Her şeydeki temizlik ile kutsallık, arınmışların özellikleri ve özgürlerin gereken niteliklerindendir. En büyük yetkinlik temizlik, takdis ve kusurlardan arılıktır.  İnsan tüm konularda arınmış ve temiz olunca Aşikâr Işığın doğuş yerine dönüşecektir.104

Tanrı’nın açık ve kutsal buyruğuna göre iftira atmamız yasaktır; barış ve dostluk göstermemiz buyrulmuştur; tüm akrabalara ve dünyadaki tüm insanlara karşı dürüst davranmamız, doğru ve uyumlu olmamız istenir.105

Ne mutlu sana ve yine ne mutlu sana eğer ayakların sağlam basıyorsa, yüreğin O’nun Kutsal Ruhu’nun hoş kokularıyla dingin, gizli ve görünmez düşüncelerin Ordular Rabbi’nin önünde temiz ise!106

Durmadan İlerleyen bir Medeniyet
İnsanlık tarihinin başlangıcından beri aralıksız bir şekilde ilerleyen medeniyete katkıda bulunmak Bahai Dini’ne göre her insanın görevi, ulaşılan uygarlık seviyesinin nimetlerinden adil bir şekilde yararlanmak da tüm insanların hakkıdır.

Daha önce Bahailerin insanlığın çocukluk dönemini geride bıraktığına ve kolektif olgunluğun eşiğinde durduğuna inandıklarını belirtmiştik. Buna göre günümüzde yaşanan tüm devrimsel ve kapsamlı değişimler, bir insanın ergenlik dönemine benzetilebilecek bu geçiş döneminin kendine has özellikleridir. Bu dönemde insanlığın önceki evrelerinden gelen düşünceler, tutumlar ve alışkanlıklar ortadan kalkmakta ve yaklaşan  olgunluğu simgeleyen yeni düşünce ve hareket modelleri gitgide kök salmaktadırB. ahai    İnancı’na göre dünyada yaşanan ve kimi zaman çok acı verici olan birçok problemin temel nedeni, bir zamanlar çok yararlı olmuş olsalar da artık çağın ihtiyaçlarına cevap  veremeyen  sistem  ve  anlayışlarda  ısrar   edilmesidir.  Hz. Abdülbaha bunu şöyle açıklar:

İnsan ırkı tarihinin ilk dönemlerinde onun ihtiyaçlarına uygun olan şey, bu günün, bu yenilik ve mükemmellik döneminin ihtiyaçlarına ne cevap verebilir ne de yeterli olabilir... İnsanoğlu artık mutlaka yeni erdemler ve güçlerle, yeni ahlaki değerlerle ve yeni becerilerle donatılmalıdır… İnsanlığın gençlik çağındaki yetenek ve inayetler ergenliğin zamanına uygun ve yeterli iken, olgunluk çağının gerekliliklerini karşılayamaz.107
 
Yaklaşan bu olgunluk çağının ayırt edici özelliği ise insan ırkının birleşmesidir. Hz. Şevki Efendi’nin bu birleşme konusuyla ilgili tespiti şu şekildedir:

Tüm insanlığın birleşmesi, insanlık ailesinin artık yaklaşmakta olduğu aşamanın nişanesidir. Aile birliği, kabile birliği, şehir devleti birliği ve ulusal birlik; ardı ardına hepsine ulaşılmış ve hepsi tam anlamıyla tesis edilmiştir. Bitkin düşmüş bir insanlığın varmaya çalıştığı hedef ise dünya birliğidir.108

Hz. Şevki Efendi aynı yazısında “hiçbir ölümlü gözün tanık olmadığı ya da hiçbir insan zihninin idrak etmediği bir dünya uygarlığının başlayışı”na atıfta bulunurken şunu sorar:

Böyle bir uygarlığın, kendisini ifşa ettikçe, ne derece yüce bir seviyeye ulaşmaya mukadder olduğunu kim hayal edebilir? İnsan zekâsının, kendi zincirlerinden kurtulduğunda çıkabileceği yükseklikleri kim  ölçebilir? Hz. Bahaullah’tan saçılan ve tüm ihtişamıyla parlayan ışığın tesiriyle can bulmuş olan ruhların hangi âlemleri keşfedeceğini kim gözünde canlandırabilir?109

Bahailer tüm insanlığa hem maddi hem ruhani refah getirecek küresel bir medeniyetin ortaya çıkışının, hayatın ruhani ve pratik yönlerinin beraber ve eş zamanlı olarak gelişmesi gerektiği anlamına geldiğine inanırlar. Bu da daha iyi bir dünya için inancın ve aklın birlikte kullanılması demektir. Bu sayede hem bireylerde hem de toplumun bütününde var olan ancak şimdiye kadar ortaya çıkarılamayan çeşitli güçler ve kapasiteler keşfedilecek, bu potansiyelleri hayata geçirmek için çalışmak mümkün    olacaktır.
 
Din ve bilimin uyumunu ima eden bu anlayışın kabul görmesi, tüm dünya insanları arasında ruhani ve maddi bilginin üretilmesine, uygulanmasına ve yayılmasına izin verecektir.

İnanç ve Akıl

Dünyada çok yaygın olan görüş, inanç ve aklın bir arada yaşayamayacağı, aralarında bir işbirliğinin mümkün olmadığı ve sürekli birbirleriyle çatıştıklarıdır. Nitekim tarih bu görüşün haklı olduğunu düşündüren çok sayıda örnekle doludur.

Bu tartışmada aklın tarafını tutanlar dini, toplumları uyuşturmanın bir vasıtası, hayalperestlik, hurafe, mantıksızlık, gerçeklerden korkmak, bir tür zayıflık, hatta gelişimin önündeki en büyük engel şeklinde tarif ederler. Bu fikri savunanlara göre din en iyi ihtimalle bireysel olarak yaşanması gereken bir şeydir; ancak esasında aklın ve bilimin karşıtı, hatta düşmanıdır.

Bu görüşe muhalif olanlar ise huzuru, mutluluğu ya da hayatın anlamını inanç sayesinde bulabileceğimizi öne süren çevrelerden, her şeyin cevabının Kutsal Kitaplarda yazdığını ya da insanın araştırma, sorgulama, yani gerçeğin peşinde koşma arzusunun tehlikeli, zararlı, hatta büyük bir sapkınlık olduğunu iddia edenlere kadar geniş bir yelpaze oluştururlar.

Gerçeği bulmak için akla mı inanca mı yönelmek gerektiği şeklinde de tarif edilebilecek bu mesele tarihte olduğu gibi  bugün de insanoğlunun karşısındaki belki de en büyük açmazdır. Binlerce yıldır tartışılan bir konunun bu sitede detaylı bir şekilde ele alınması mümkün değildir. Yine de inanç ve akıl konusundaki Bahai anlayışını burada kısaca özetlemeye çalışacağız.
 
Bahailer inanç ve akıl ya da din ve bilim arasındaki çekişme ya da anlaşmazlığın kaçınılmaz olduğu görüşünü reddederler. Bahai Dini’ne göre inanç ve akıl insan ruhuna has vasıflardır. Bunlar Allah’ın insanlara verdiği en büyük iki armağan, en güvenilir iki kılavuzdur. Dolayısıyla insanlığın bunları birlikte nasıl kullanacağını keşfetmesi gerekir. Allah’ın bu arzusu
Hz. Bahaullah’ın bir yazısında şu şekilde ifade edilmiştir: "Sakın edep dairesinden çıkmayınız. Akıl ve vicdanınızın hoş bulmayıp beğenmediği şeyi yapmayınız. Güçlü ve kudretli Tanrı’nın Kalemi’nin size emri budur."110

Bahailer inancı ve aklı ya da dini ve bilimi, bilgi üretme, dolayısıyla kapasite geliştirme kaynakları olarak görürler. Bu nedenle inancı ve aklı birlikte kullanmayı başardığımız zaman, varoluşun fiziksel ve ruhani boyutları hakkında iç görüler ve yeni bilgiler elde ederiz. Hz. Abdülbaha bunu şöyle açıklar: "İmandan kasıt, ilk olarak bilinçli bilgi ve ikinci olarak iyi amellerin işlenmesidir."111

İnsan aklının üstünlüğünü savunurken yapılan bazı genellemeler aslında aklın kendisini hafife almaktadır. Çünkü bu genellemeler aklı yaşanmış deneyimle sınırlı, bunun dışındaki her  şeyi reddeden ve varsayımlardan uzak duran bir seviyeye indirger.  Öte yandan Bahai yazılarında akıl “insanın ilk yetisi”112 ve muhakeme gücü de “insanı diğer yaratıklardan ayıran ve farklı bir varlık yapan şey”113 olarak yüceltilir. Hz. Abdülbaha’ya göre “Tanrı akıl sahibi zihinleri bize şu amaçla vermiştir: tüm şeylerin iç yüzünü anlamak için, gerçeği bulmak için. İnsan aklı terk ederse, geriye ne kalır?”114 Aklın ve akılcılığın insanı “bütün diğer türlerden”115 farklılaştırdığını belirten bu ve  benzeri  Bahai yazıları bu vasıfların öneminin altını özellikle çizmektedir. “İnsana bağışlanmış en büyük yetenekler akıl ve ifadede belagattir.”116

Aklın inançla ilişkisi konusundaki Bahai görüşünü en güzel özetleyen ifadelerden birisi yine Hz. Abdülbaha’nın şu sözleridir: “İnsan akla aykırı olduğunu bildiği şeye nasıl inanabilir? Böyle bir şey mümkün mü? Aklın reddettiğini kalp kabul edebilir mi?”117

Bahai İnancı’na göre “insan eğer akla aykırı bir şeye inanıyorsa, bu, imandan ziyade, cahilce batıl inançtır.”118

Hz. Abdülbaha, “bütün diğer türlerin üzerinde bir idrak gücü ve muhakemeyle farklılaşan” insanoğluna aklın ve becerilerin “halka hizmete adansın diye…” verildiğini ve “tüm insanlık, bilginin zapt edilmez kalesinde bir araya toplanıp korunana kadar”  sürekli çalışmamız gerektiğini açıklar.119

Dolayısıyla Bahai Dini’ne göre inanç ve akıl insanoğlunun birbirini tamamlayan yetileri, bireyin ve toplumun gerçeği kavramasına olanak sağlayan bilgi kaynaklarıdır:

Eğer din, akla ve bilime karşıysa, iman söz konusu olamaz; ilahi dine inanç ve güven kalpten gösterilmiyorsa, hiçbir ruhani başarı elde edilemez.120

Ruhaniyet ve Maddiyat Arasındaki Uyum
İnsanlığın olgunluk çağının gerektirdiği şekilde maddi ve ruhani açıdan refah içinde  olan  evrensel bir  medeniyetin  doğuşu  için yaşamın ruhani ve maddi yönlerinin uyumlu bir şekilde ilerlemesi gerekmektedir. Bu konu ile ilgili olarak Hz. Abdülbaha şöyle belirtmiştir: "Maddi uygarlık, insanlık dünyasının ilerlemesinin araçlarından biri olmasına rağmen, İlahi uygarlıkla birleşmedikçe insanoğlunun mutluluğunun özlenen sonucuna varılamaz… Maddi uygarlık lambanın şişesine ve ilahi uygarlık ise bu lambanın ışığına benzer; şişe, ışıksız, karanlıktır. Maddi uygarlık beden gibidir. Bu beden sonsuz güzellik, incelik ve tazelikte olsa bile yine  de ölüdür. İlahi uygarlık ise ruha benzer, bu beden bu ruhla diridir, aksi takdirde bir ceset hâline gelir. O hâlde insanlık dünyasının Ruhu’l-Kuds’ün esintilerine muhtaç olduğu belirlendi. Bu ruh bulunmazsa insanlık dünyası ölüdür. Bu ışık olmazsa insanlık dünyası karanlığın içerisinde karanlıktır."121

Bahai görüşüne göre medeniyetin maddi ve ruhani boyutlarının dengeli bir şekilde ilerleyebilmesi için refah kavramının yeniden incelenmesi gerekmektedir. Medeniyetin ilerlemesi için maddi araçlar şüphesiz hayatidir ve refaha kavuşmak bir yönüyle tüm insanların bu araçlara erişebilmesi anlamına gelmektedir. Ancak refah sadece kişisel zenginliğin artışı olarak anlaşılamaz. Ruhani medeniyetin değerlerinden mahrum olan böylesine birey odaklı bir bakış açısı, kaçınılmaz olarak tatmin edilemez arzulara yoğunlaşır ve lükse düşkünlük hissini beslemeye eğilimli olur. Maddi ve ruhani medeniyetin gelişmesine katkıda bulunmak için maddi araçların çok daha yüce amaçlara hizmet etmesi gerekir. Bunlardan   bazıları   birliği   güçlendirmek, toplumu  aydınlatıp yaşam seviyesini yükseltmek ve tüm insanların bilgiye erişimini mümkün kılmaktır.

Bahai öğretileri ruhaniyet ile ilgili anlayışımız konusunda da dikkatli olunması gerektiğine dikkat çeker. Bu kavramı yüzeysel bir şekilde ele almak, diğer bir deyişle ruhaniyeti kişisel çıkarlarımızı tatmin etme duygumuzu en üst seviyeye çıkaran bir araç, maddi yaşam ile uyandırılan heyecanları veya sinirleri yatıştırmak için tasarlanmış bir aktivite ya da ritüeller gösterisi olarak algılamak çok kolaydır. Gerçek ruhaniyet ise insanın varoluşunun köklerine kadar uzanır, insanı harekete geçirir, bireysel ve kolektif çabaları toplumun iyileştirilmesine kanalize eder, bilgiye susamışlığı besler, çalışmayı ibadet seviyesine yüceltir, empatiyi güçlendirir, bencil dürtülerin kontrol altıand tutulmasını sağlar, insanlığın birliğini ve birbirimizle bağlantılı oluşumuzu vurgular, cömertliği ve alçakgönüllülüğü canlandırır ve çeşitliliği takdir etme ve güzelliğe cezbolma duygularımızı besler. Hz. Abdülbaha bu konuda şöyle der: "… ruhaniyet Tanrı’nın bahşettiği şeylerin en  büyüğüdür… Umuyorum ki ruhaniyetiniz günden güne artsın, daha mükemmel olun, İlahi yardım içinizi daha fazla ferahlatsın, Ruhu’l-Kuds sizleri özgür kılsın ve Melekût’un güçleri aranızda görev yapsın.122

Din ve Bilim
Sitenin “İnanç ve Akıl” bölümünde açıklandığı gibi  Bahailer bilgi sistemleri olarak gördükleri bilim ve din arasındaki çekişmenin kaçınılmaz olduğu görüşünü reddederler. Böyle bir çekişmenin var olduğu fikri, her iki bilgi sistemine dair anlayışın yetersiz olduğu bir dönemde ve özellikle entellektüel çevrelerde yaygın hâle gelmiştir. Bilim ve dinin uyumu, Bahai Dini’nin temel öğretilerinden birisidir. Bu temel öğreti bilimsiz dinin batıl  inanca ve fanatikliğe yol açacağını, dinsiz bilimin ise yalnızca materyalizmin aracı olacağını öğretir. Bahai yazılarına göre “Din ilahi gerçekliğin dış ifadesidir. Bu nedenle canlı,  diri,  hareket eden ve durmadan ilerleyici olmalıdır.”123 Bir diğer açıklama ise şu şekildedir: “Bilim, Allah’tan insana ilk sâdır olan şeydir. Yaratılan her şey maddi mükemmelliğin potansiyelini içerse de zihinsel sorgulama yetisi ve bilimsel başarı gücü sadece insana özgü olan, daha yüce bir erdemdir. Diğer varlıklar ve organizmalar bu potansiyelden ve beceriden yoksundur.”124

Bugüne kadar dinin yarattığı önemli değişimlerden biri ahlak alanında olmuştur. İlahi öğretiler ve bu öğretilerle aydınlanmış kişilerin sergiledikleri örnek yaşamdan alınan ilham,  dünyanın her köşesinde her yaştan insanın sevgi, cömertlik, başkalarına hizmet, bağışlayıcılık, Allah’a güven ve toplumun ortak çıkarları için fedakârlık yapma gibi kapasiteler geliştirmesine yol açmıştır. Sosyal yapılar ve kurumsal sistemler büyük ölçekte bu ahlaki gelişmeleri sosyal hayatın normlarına dönüştürmek için tasarlanmışlardır; örneğin birkaç tanesine değinecek olursak, uyumlu  aile  ilişkileri,  erdemler  kazanmak,  adalet   prensibinin uygulanması,  doğaya  saygıyngın   yaygınlaştırılması  ve  çocukların eğitimi gibi hayati öneme sahip konularla ilgili pratik öğretilerin hayata geçirilmesi… Özetlemek gerekirse Tanrı Mazharları tarafından harekete geçirilen ruhani dürtüler insan karakterini medenileştirmede baş etken olmuştur.

Öte yandan Hz. Abdülbaha bilimi tüm insan erdemlerinin “en asili” ve “her şeyin kâşifi” olarak tanımlar.125 Toplumlar gerçeği varsayımdan bilim sayesinde ayırabilmiştir. Dahası bilimsel kapasiteler, yani gözlem, ölçme, düşünceleri titizlikle sınama, insanoğluna fiziksel gerçekliği yöneten kanunlar ve süreçler hakkında tutarlı bir anlayış oluşturma izni verirken insan davranışına ve toplum yaşamına dair içgörüler kazanılmasına da yardımcı olmuştur.

Bilim ve din bir arada düşünüldüğü zaman, ikisi de bireylerin, toplumların ve kurumların işlevlerini yürütmesini ve evrimleşmesini sağlayan temel düzenleyici prensipleri temin ederler. Bir toplumun yaşamının maddi ve ruhani boyutları göz önünde bulundurulup bilimsel ve ruhani bilgiye gereken önem verildiğinde, insanlığın ilerlemesinin ürünlerin, hizmetlerin ve teknolojinin tüketimi demek olduğu fikri artık sığ bir anlayışa dönüşür. Basit bir örnek vermek gerekirse, bilimsel bilgi bir toplumun  üyelerinin  belirli  bir  teknolojik tasarınizıinksoellası  f
ve toplumsal sonuçlarını, örneğin çevresel etkisini anlamalarına yardım eder. Ruhani anlayış ise, sosyal uyumu destekleyen ve teknolojinin ortak yarara hizmet etmekte olduğunu güvence altına alan ahlaki zorunlulukları meydana getirir.

Kısacası Bahai Dini’ne göre bu iki bilgi sistemi bireylerin ve toplumların cehalet ve pasiflik tuzaklarına düşmemeleri için gereklidir; yani medeniyetin ilerlemesi için her ikisi de hayati derecede önemlidir.

İbadet
Tüm dinlerde olduğu gibi Bahai Dini’nde de ibadet, yaşamın bir parçasıdır. İbadet sayesinde Allah ile aramızdaki o  eşsiz  bağı daha da güçlendirebiliriz. Bu bağ aynı zamanda bir toplumun varlığını borçlu olduğu ilişkileri, yani hem bireylerin kendi aralarındaki hem de toplumun çeşitli öğeleri ile kurumlar arasındaki ilişkileri canlı tutar. Örneğin dua etmek ruhani var oluşumuz ve sağlığımız için vazgeçilmezdir. Dua aracılığıyla Tanrı’ya övgülerimizi sunabilir, O’na olan sevgimizi ifade edebilir ve gerektiğinde yardımına başvurabiliriz. Tefekkür etmek ise insanı başka canlılardan ayırt eden bir özelliktir ve Bahai yazıları tefekkür olmaksızın insanlığın gelişim göstermesinin mümkün olmadığını ifade etmektedir.  Aynı şekilde oruç ve dua insanlık tarihi boyunca dini yaşamın çok önemli bir yönünü oluşturan ibadet şeklidir. Hizmet ruhu ile yapıldığında çalışmak da ibadet olarak kabul edilebilir. Bahai Dini’nde ibadet şekilleri ve bunlara yüklenen anlam konusunda takip eden bölümlerde bazı açıklamalar yapılmıştır.

Çalışma ve Hizmet
Çalışmak, insanın varoluşunun evrensel ve zaruri yönlerindendir. İnsanlar bu sayede yaşamlarını sürdürebilecekleri çeşitli vasıtalar elde ederken içlerinde gizli kalmış birçok potansiyelin de farkına varırlar. "İnsanların en iyisi, çalışıp kazanarak gerek kendi ve gerek Tanrı rızası için, akrabalarının ihtiyacına harcayandır."126 Bir meslek sahibi olmak ve çalışmak, Bahai Dini’nde Allah’ın bir emri olarak kabul edilir. Kitab-ı Akdes’in bu konuyla ilgili hükmü şu şekildedir: "Ey Baha ehli! Her birinizin bir sanat, ticaret ve benzeri bir işle uğraşması zorunludur. Böyle bir işle meşgul olmanızı tek gerçek Allah’a ibadet düzeyine yücelttik… Zamanınızı aylaklık ve tembellikle boşa harcamayınız, size ve başkalarına yararlı olacak şeylerle meşgul olunuz."127

Öte yandan bu emir sadece ihtiyaç ve istekleri karşılamanın bir aracı düzeyine indirgenemez. Çalışmak insanlığa sürekli hizmet etmekle anlam bulur ve ancak hizmet ruhu ile yapıldığında ibadettir. Hz. Abdülbaha bunu şöyle açıklar: "Bahai Dini’nde güzel sanatlar, bilimler ve tüm zanaatlar ibadetten sayılır… Kısacası, insanın tüm kalbiyle gösterdiği bütün çaba ve emekler, eğer yüce bir amaçla ve insanlığa hizmet gayesiyle yapılıyorsa, ibadettir. İbadet şudur: İnsanlığa hizmet etmek ve insanların ihtiyaçlarıyla ilgilenmek."128

Ayrıca çalışmak, bireyin ve toplumun gelişmesinin yanı sıra maddi refahın artması için de gereklidir. Bahailerin inancına göre dürüst yollardan elde edildiği ve başka insanların yoksullaşmasına sebep olmadığı sürece maddi zenginliğin eleştirilecek bir yanı yoktur. Hz. Abdülbaha bu konuyu şu şekilde açıklamıştır: "Nüfusun tümü refah içindeyse, zenginlik azami övgüyü hak eder. Ancak birkaç kişi aşırı zenginken geri kalanlar yoksulsa ve bu zenginliğin bir meyvesi ya da bir faydası yoksa o zaman zenginlik sahibine yük olur."129

Başkalarına hizmet kavramı, hem bireysel hem de kolektif Bahai yaşam modelinin merkezindedir: "Öksüzlere şefkatli baba ve zavallılara sığınacak bir yer olunuz. Yoksullara zenginlik hazinesi, hastalara ilaç ve şifa kaynağı, zulüm görenlere yardımcı, yoksunlara destekleyici ve tüm insanlara hizmet etme düşüncesinde olunuz. Karşı çıkma, inkâr, hor görülme, düşmanlık ve haksızlığa aldırmayınız ve önemsemeyiniz, bunların  tersine davranınız. Dış görünüşle değil, içtenlikle sevgi gösteriniz. İlahi Dostların her biri, düşüncesini, Tanrı’nın Bağışı ve Allah’ın Vergisi olmak, kime rastlasalar ona iyilik ve yarar sağlamak, fikirleri geliştirmek ve  ahlakı  düzeltmek noktasında toplamalıdır. Böylece, yol göstericilik ışığı parlayabilsin, Tanrı Hazretlerinin  Bağışları kapsayabilsin. Sevgi ışıktır, her evde parlar. Düşmanlık karanlıktır, her yerde yuva yapar."130

Derin Düşünme (Tefekkür)
Bahai öğretilerine göre derin düşünme (tefekkür) kapasitesi, insanın ayırt edici özelliklerinden biridir ve bu olmaksızın insanın ruhani, maddi veya toplumsal açıdan ilerlemesi mümkün değildir. Bahai yazıları derin düşünme için belirli bir uygulama şekli belirtmemiştir. Fakat hangi şekilde olursa olsun, bu kavramın odaklı bir düşünme anlamına geldiği açıktır.

Derin düşünmenin uygulanması gereken alanların başında Tanrı Sözü gelir. Bu sayede tarih boyunca örneklerine sıkça rastlandığı gibi insanlığa çok büyük acılar çektiren körü körüne inanma alışkanlığı, yerini bilinçli imana bırakır. Derin düşünme yoluyla birey, soyut ve uygulamaya yönelik konularda, yeni ve değerli içgörüler de elde edebilir. Ancak bu süreç boyunca akla gelen her fikrin faydalı ya da anlamlı olduğu iddia edilemez ve bunların üzerinde gereğinden fazla durmak verimliliği azaltır: "… bazı fikirler yararsızdır; bunlar denizde boş yere hareket eden dalgalara benzer. Ancak tefekkür kabiliyeti manevi ışıkla yıkanıp ilahi niteliklerle vasıflandırılırsa işte  o zaman sonuç alınır."131

Kitab-ı Akdes bu konuyla ilgili olarak Bahailerin yaşam tarzı üzerinde belirleyici olan şu öğüdü verir: "Allah’ın ayetlerini her sabah ve akşam okuyun... Bu ayetleri fazlasıyla okumaktan veya gece ve gündüz dindarca davranışlarınızdan ötürü kibirlenmeyin;  çünkü bir kimsenin tek bir ayeti sevinç ve mutlulukla okuması, Tehlikeden Koruyan ve Kendi Kendine Var Olan Allah’ın tüm Kutsal Kitaplarını yorularak okumasından çok daha iyidir. Kutsal ayetleri bitkinlik ve yorgunluğa neden olmayacak ölçüde okuyun. Ruhlarınıza, onları yoracak ve yük olacak şeyler değil, aksine hafifletecek ve yüceltecek şeyler yükleyin ki, ilahi ayetlerin kanatları üzerinde O’nun görünen işaretlerinin Doğduğu Yer’e doğru uçabilsinler; bu, sizi Allah’a daha çok yaklaştıracaktır…"132

Kutsal yazıların her gün okunması, derin kavramlar üzerinde tefekkür etmek ve bunların insanın hayatına ve toplumun gelişimine katkıda bulunma çabalarına nasıl uygulanabileceği üzerinde düşünmek için doğal bir fırsat sunar.  Bu tür bir derin düşünme alışkanlığı kazanmak Hz. Bahaullah’ın “Sabahınız akşamınızdan üstün, bir gün sonranız bir gün öncenizden güzel olsun”133 tavsiyesini yerine getirme konusunda bireye yardımcı olur.

Dua ve Namaz
Bahailer için hayatın amacı Tanrı’yı tanımak ve sevmektir; bir başka deyişle ruhani olarak gelişim göstermektir. Bahai Dini’nde dua ve tefekkür, ruhani gelişim için temel ve birincil araçlardır.  Bu nedenle dua Bahailer için ruhani yaşamın hayati  bir parçasıdır. Dua, Tanrı ile sohbet hâlidir ve ruhani güçleri yardıma çağırır.

Hz. Şevki Efendi, duanın anlamını aşağıdaki şekilde yorumlar:

"…dini inancın özü, insanı Tanrı ile birleştiren o mistik duygudur. Bu ruhani sohbet hâli derin düşünme ve dua aracılığıyla elde edilip sürdürülebilir. Hz. Bahaullah’ın ibadetin önemini bu kadar çok vurgulamasının nedeni de budur. Bir inanan için öğretileri sadece kabul etmek ve bunları uygulamak yeterli değildir.  Kişi, buna ek olarak, en başta dua aracılzıağnıyalbaileckea    ği    ruhaniyet
duygusunu geliştirmeye çalışmalıdır. Nitekim Bahai Dini de, diğer tüm ilahi dinler gibi, temeli itibarı ile mistik bir karaktere sahiptir. Temel hedefi, ruhani erdemlerin ve güçlerin elde edilmesiyle, bireyin ve toplumun gelişmesidir. Beslenmesi gereken ilk şey insan ruhudur.  Ve bu ruhani gıdayı en iyi şekilde dua sağlayabilir. Yasalar ve kurumlar, Hz. Bahaullah’a göre, yalnızca içsel ruhani yaşamımız mükemmelleşip dönüşüm geçirirse   gerçekten
 
etkili olabilir. Aksi takdirde din yalnızca bir organizasyona dönüşerek yozlaşır ve ölü bir şey hâline gelir.134

Ancak dua tek başına bir sonuç ya da bir bireyin gelişimi için yeterli bir şey olarak görülmez. Hz. Şevki Efendi’nin  bu konudaki açıklaması şöyledir: “Dua ve meditasyon, bireyin  ruhani yaşamının derinleşmesinde çok önemli faktörlerdir; ancak bunlara hareket ve örnek de eşlik etmelidir, çünkü bunlar duanın somut sonucudur ve her ikisi de gereklidir.”135

Tanrı’ya düzenli olarak dua ettiğimizde ruhumuz gelişip kuvvetlenir ve böylece ebedi mutluluk yolunda sağlam bir şekilde yürüyecek gücü buluruz. Bu nedenle Hz. Bahaullah bu alışkanlığı kazanmamız için her sabah ve her akşam Tanrı Sözü’nü okumamızı, davranışlarımız ve yaptıklarımız üzerinde tefekkür etmemizi özellikle teşvik etmiş ve hayatımızı bir ibadet ruhu içerisinde geçirmemizi öğütlemiştir.

Bahai literatüründe çok sayıda dua yer alır. Bunların arasında genel amaçlı dualar olduğu gibi şifa, ruhani gelişim, zorluklara göğüs germe, aile, barış ve insanlığın huzuru gibi çeşitli amaçlar için okunabilecek özel dualar da vardır.

Bahailerin ibadetleri arasıanzduavteevadanm    ışlığı geliştirici bir diğer araç olarak üç çeşit de namaz bulunur. Bir Bahai bu üç namazdan herhangi birini seçebilir ancak bu namazlardan birisini kılmak yükümlülüğü altındadır. Bu dualar ve namazlar hemen hemen tüm dünya dillerine tercüme edilmiştir. Bu sayede her birey kalbini Yaratıcısına çevirdiğinde kendini ifade edebildiği ve anladığı dilde dua edip namaz kılabilmektedir.
 
Kutsal Yerleri Ziyaret

Tüm dinlerin takipçileri, ruhani miraslarının bir parçasını oluşturan ve saygı duyulan belli başlı kutsal yerleri ziyaret ederler. Bu önemli yerlerin büyük çoğunluğu bugün Kutsal Topraklar olarak adlandırılan bölgede bulunur. Burası tarih boyunca Yahudilerin, Hıristiyanların, Müslümanların ve daha yakın zamanda da Bahailerin ziyaretleri için özellikle odaklanılan  bir yer hâline gelmiştir.

Bahai Dini’nin ruhani ve idari merkezleri Hayfa ve Akka’dadır. Buraları ziyarete giden Bahailer, Hz. Bahaullah’ın  Akka’da  ve Hz. Bab’ın Hayfa’da yer alan ebedi istirahatgâhlarını ziyaret edip dua ederler. Hz. Bahaullah’ın Akka’da sürgünde olduğu 1868– 1892 tarihleri arasında Bahailer, Kendisini bizzat ziyaret edebilmek için bazen yaya olarak ve aylarca süren bir seyahate çıkar ve o zamanlar Osmanlı toprakları olan bu bölgeye yolculuk ederlerdi. Hz. Bahaullah’ın bu dünyadan ayrılışından sonra bedeninin defnedildiği Akka’daki istirahatgâhı, Bahailerin her  gün namaz kılmak için yöneldikleri ve yaşamları boyunca en azından bir kez ziyaret etmeye gayret ettikleri bir yer oldu.

Bahai İnancı’na göre kutsal yerleri ziyaret, fiziki bir yolculuk olmanın  yanı  sıra  ruhani  yolculuğun  dışsal   bir   ifadesidir. Hz. Abdülbaha bu ziyaretler için “son derece alçakgönüllülükle ve adanmışlık ruhu ile yapılmalıdır. Aksi takdirde gerçek hac değildir, bir tür gezidir…” demiştir.

Ziyarette bulunan Bahailer Kutsal Topraklar’da kaldıkları süre boyunca Hz. Bab’ın ve Hz. Bahaullah’ın Makamlarında ve bunların  etrafındaki  güzel  bahçelerde  dua  ve  tefekkür ederler.
 
Ayrıca Hz. Bahaullah’ın, Hz. Abdülbaha’nın ve Hz. Şevki Efendi’nin hayatlarını geçirdiği tarihi yerler, Hz. Bahaullah’ın eşinin, kızının, oğlunun ve Hz. Abdülbaha’nın eşinin mezarları, çeşitli kutsal emanetlerin yer aldığı Arşiv Binası ve nihayet günümüzde Bahai Dini’nin idari merkezi olarak kullanılan mekânlar da bu kutsal ziyaretin bir parçasıdır.

Bahailer için kutsal olan bu yerler hakkında Hz. Abdülbaha şöyle belirtmiştir:

Kutsal Yerler kuşkusuz İlahi fazlın yoğunlaşarak taştığı merkezlerdir; çünkü şehitler ve kutsal ruhlarla  aydınlanmış yerlere girdiğinizde, orada hem bedensel hem ruhani huşu sizi sarar, insan kalbi büyük bir duyarlılık ve sevecenlikle dolar.136

Kutsal yerlerin ziyareti, birçok ülkeden ve kültürden Bahai’ye ruhani dostluğun değerli anlarını birlikte geçirmenin  eşsiz fırsatını sunar. Bu bireyler kendi bölgelerinde gerçekleştirdikleri hizmet aktiviteleri hakkında bilgi getirdikleri ve ziyaretlerini tamamladıktan sonra ülkelerine dönüşlerinde yanlarında ilham ve yeni içgörüler götürdükleri için Bahai Dünya Merkezi’nin “can damarı” olarak tanımlanmıştır.

Oruç

İnsanlık tarihi boyunca oruç her zaman için dinin çok önem verilen bir uygulaması olmuştur. Birçok Tanrı Elçisi, Kendi hayatlarının bir noktasında Bizzat bir derin düşünme ve oruç tutma döneminden geçmişler, Allah ile çok yoğun bir iletişim
 
hâlinde oldukları bu dönemlerde evrenin gizemlerini ve Kendi görevlerinin doğasını düşünüp keşfetmişlerdir.

Bahai oruç sürecini Hz. Şevki Efendi şu şekilde tanımlamıştır:

…inananın kendi iç yaşamında gerekli düzenlemeleri yapmaya ve ruhunda saklı ruhani güçleri tazelemeye ve yeniden canlandırmaya çalışmasının gerektiği bir tefekkür, dua ve ruhani bakımdan iyileşme dönemidir. Bu nedenle, bu yasanın önemi ve amacı temelde ruhani özellik taşımaktadır. Oruç semboliktir, bencil ve bedensel arzulardan sakınmayı hatırlatmaktadır.137

Ancak orucu inzivaya çekilme uygulaması olarak görmemeye veya kefaret vesilesi olarak kullanmamaya özen göstermek önemlidir:

Bu cismani oruç, ruhani orucun bir simgesidir; bu, kendini nefsin tüm isteklerinden uzak tutmanın, ruhani ahlakla davranmanın, göksel esintilere yönelmenin ve Tanrı sevgisinin ateşiyle alevlenmenin bir sembolüdür.138

Hz. Bahaullah yetişkin Bahailerin her gün güneş doğuşundan batışına kadar hiçbir şey yiyip içmedikleri, on dokuz günlük bir oruç dönemi emretmiştir. Her sene Mart ayının ilk günlerinde başlayan ve Bahai Yeni Yılı ile son bulan bu süre, dua, derin düşünme ve ruhani bakımdan canlanma dönemidir. Oruç ile kulların Tanrı’ya duydukları sevgi ve O’nun emirlerine itaat etme sadakatleri sembolik olarak ifade edilmektedir. Bu şekilde birey, bedenin taleplerini kısıtlayarak, kendi ruhani gerçekliğine odaklanmış ve Tanrı’ya yaklaşmış olur.
 
Bahai Dini’nde oruç dönemi için özel olarak nazil olmuş birkaç dua vardır. Örneğin bir tanesi şu sözlerle başlar:

Sübhansın Sen ey İlahım Allah! Bu günler Senin tüm insanlara oruç tutmalarını emrettiğin günlerdir; öyle ki onun sayesinde ruhlarını arıtabilsinler, kendilerini Senin dışındaki bütün bağlılıklardan kurtarabilsinler ve kalplerinden Senin azamet meydanına yaraşır ve birlik vahyinin tahtına yakışır şeyler yükselebilsin. Ey Rabbim! Bu orucun bir abıhayat kaynağı olmasını ve Senin ona bahşettiğin fazileti ortaya çıkarabilmesini sağla.